Salı, Temmuz 30, 2013

Geri dönüş olsa kalp sana geri dönmez mi? 帰れれば、帰れるのに。

Geçen sene tam da bu saatlerde evime dönmeye çalışıyordum.

Tamam, sanırım baştan almam gerekiyor. Zaten bloga öyle uzun bir ara verdim ki, kim olduğumu, ne yaptığımı çok değerli okurlarıma hatırlatmam gerektiğini düşünüyorum ancak bana kalırsa absürt seyyahınız da artık kim olduğunun, ne yaptığının çok da farkında değil. (Dur aman diyeyim, o topa girme, o topa girme!) Yok, o topa girmeye zaten niyetim yok. Onun yerine konuya giriyorum: Tamı tamına 1(bir) yıl öncesini hatırlayalım. Hatta en kestirmesinden 5n1k'yı verelim önce.

Ne: Japonya'dan Türkiye'ye geri dönüş
Ne Zaman: 30 Temmuz 2012 Pazartesi 07.00~
Nerede: Japonya (Chiba) & gökyüzü & Türkiye (İstanbul)
Nasıl: Uçakla & Bin bir zorlukla & Karmakarışık duygularla
Neden: Çünkü her gidişin bir dönüşü var.
Kim: ABSÜRT SEYYAHINIZ, bendeniz.

Temel bilgileri verme konusunu hallettikten sonra, daha da geriye gidelim (filmvari bir yazı yazmaya çalışıyoruz burada!) ve şöyle bir sahne açalım: Temmuzun son günleri, nem oranının %70'leri rahatlıkla bulduğu vıcık vıcık, Japonların tabiriyle "mushi mushi" günler. Üstelik de Ramazan, tıpkı şimdiki gibi! Absürt Seyyahınız evine dönüş hazırlıkları yapmaktadır ve Japonya'dayken ikame ettiği yurt odasını boşaltmak zorundadır. Gelin sahnemizi sizin için daha kolay hayal edilebilir kılalım ve bir fotoğraf koyalım:


♫Gidiyorum bütün aşklar yüreğimdeeee♫ ♫Eşyalar toplanmış seninle birlikte♫ ♫Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim♫ türevinden şarkılar eşliğinde hap kadar oda (aylarca, odam hap kadar dedim dedim inanmadınız, bak ne oldu şimdi?) toplanmıştır. Ah ah bir bilseniz, şu tek insanın bile sığamadığı odaya ne kadar çok ıvır zıvır sığmış! Kocaman iki bavul, 20 kiloluk bir koli, iki küçük bavul , Datron reisin (eski bilgisayarım) çantası, şemsiye ve kim bilir kaç araba çöp! Gönül ne isterdi, gönül isterdi ki anıları bavula koyup götürmek ve ölene kadar muhafaza etmek mümkün olsun *sadece anılar değil de biraz kıyafet, süs püs, kitap, dergi, kimono, manga, elektronik bilmem neler, kırtasiye ıvır zıvırları, yemek falan da anılarla beraber gelse istiyor* fakat tek yapabildiği birbirinden kıymetli hatıraları kalpte ve zihinde muhafaza etmek. Nasıl, sahnemize yeterince duygusal bir atmosfer yerleştirebildik mi? 

Şimdi izninizle bu kadar yükle nasıl başa çıktığımı da anlatayım? Ben yurttan ayrılmadan önce, bütün bu eşyalar birbirinden çoktan ayrılmıştı: Bir bavul kargo ile havaalanına gitti (ben sonraları kafamı çok duvarlara vurdum neden önceden bunu akıl edemedim diye); 20 kiloluk koli gemi ile okyanusun ortalarında seyahat etmekteydi, küçük bavullardan biri canım arkadaşım E. ile Ankara'ya uçmuştu. Diğer büyük bavulla küçük bavul ise; mushi mushiliğin tavan yaptığı  bendenizin susuzluktan gözyaşı bile dökemediği zalim bir Tokyo gününde, Yokohama'nın yolunu tutmuştu. Bense geri kalan ıvır zıvır ile Yokohama'daki arkadaşlarımın evine yerleşebildim, bir iki günlüğüne. İŞTE BEN BUNA TAM ANLAMIYLA DAĞITMAK VE DAĞILMAK DERİM GENÇLER!!!

Yokohama'daki günler hakkında çok fazla söyleyebileceğim şey VAR fakat şu sinemasal yazıyı bir ölümcül bir trajediye yahut ağlak bir dramaya çevirmeye niyetim YOK. Zaten mevzu oraya yazının sonunda ister istemez gelecek, o yüzden şimdilik sakin sakin devam edelim. Yokohama'daki son günlerimde, tıpkı The Simpson'lardan Bart gibi 200 (iki yüz) küsür günde yapamadığım her türlü haltı -demeyeceğim tabii ki, eğlence, dinlence, gezmece, almaca, vermece vs. türünden aktiviteleri 2 (iki) güne sığdırmaya çalıştım ve başarılı olamadım. En son hatırladığım, ülkeyi terk etmeden iki gün önce hüngür hüngür ağladığımdı. (Ama ne demiştin paragrafın başında Pınar, ne demiştin?!) Peki, hemen dönüş yapıyorum, yeni sahnemiz kızlarla beraber iftar hazırlamamız. Gitmeden önceki gece bir sürü yeni insanla tanıştım, herkese Türkiye'ye döneceğim için ne kadar mutlu olduğumu anlattım. Çay içtik, sabaha kadar konuştuk. Bir önceki gece İranlı arkadaşımla kahve içmeye gitmiştik, ne de güzel sohbet etmiştik! Daha önceki akşam da işte şey olduğu akşamdı. Neyse, nasıl, dramatik havayı biraz dağıtabildim mi?

Şimdiyse zurnanın zırt dediği yere gelelim, yolculuk gününe!
Neden Narita Havaalanı'nın free shop'unda çılgınlar gibi dolaşıp manga ve almayı çok istediğim Kyoto termosunu niçin alamadığımı, ne demeye her NORMAL yolcu gibi kendimi Facebook'da tag'leyemediğimi, Instagram'a Narita'da çektiğim bir fotoğrafı koyamadığımı, Twitter'da "Artık ben gider oldum, Tokyo da kalsın sizlere"diyemediğimi ve NE HALT ETMEYE havaalanının ortasında bebekler ya da sevgilisinden ayrılan histerik dişiler gibi AĞLADIĞIMI anlatmaya. Yokohama'dan sabahın 7'sinde ayrılarak Narita'ya gittim. Narita'da canım dostum Miyu ile buluştum, sağolsun beni uğurlamaya gelmişti. Efendim Miyu ile kahve içtik, sandviç yedik, bir sürü güzel şeyden konuştuk, tekrar buluşmaya ve hayatta her zaman çabalamaya dair birbirimizden söz aldık. Sonrasında bilirsiniz, bavul kontrolü filan DEYİP GEÇEMEYECEĞİM zira bütün olay da orada patlak verdi zaten!

Bagaj kontrolünde yaşadıklarımı şöyle anlatayım: 33 kiloluk yüküm için ekstra 150€ ödedikten sonra girdiğim kontrolde, ki Miyu'dan çoktan ayrıldığımı ve o sırada saatin neredeyse 11 olup uçağın ise 11.55'te hareket edeceğini hatırlatayım, bir türlü bavulları görevli hanımefendiye kabul ettiremedim: Çünkü bavulumun içinde OYUNCAK BİR KILIÇ var imiş! Kılıç dediğim de baş parmağım kadar bir şey ve yine belirtmek isterim ki baş parmağım kesinlikle 1 metre falan değil! Her neyse, alacaksın dedim, almam dedi, ben de almazsan alma diyemedim tabii, yalvarıp yakardım görevli hanımefendiye: "Bak" dedim "uçağım kalktı kalkacak, ufacık kılıçla -ki kesmiyor bile- uçaktakilerden sashimi yapacak değilim ya! Çok katil tipi gördüyseniz suretimde, verelim oyuncakları hostese olsun bitsin?" Yok efendimler, olmaz efendimler, bir sorayım efendimler, olmuyormuş efendimler. Alelacele kılıçları bir kutuya koyup check-in'e götürürken bende devreler yandı, başladım içimi çeke çeke ağlamaya! Sayısız şaşkın bakış üzerimde, kontrol sahasına tekrar döndüm. Beni tekrar kontrole almaya çalışan görevli öyle bir bakış attım ki kadın vazgeçti. Görevlilerden ikisi hemen yanıma koştu elimdeki çantaları aldı. Burada hala ağladığımı da belirtmeliyim, resmen burnumdan duman soluyorum. Neyse efendim, kadının biri elinde uçağın numarası ile yolcu aramakta, zira uçağın KAPILARI ÇOKTAN KAPANMIŞ! Ağlaya koştura uçağa bindim (YARABBİ ŞÜKÜR!) ve insanlara çarpa çarpa -ki yaptığım şey de değildir, yanlış anlamayın!- yerime geçmeye kalkışıyordum ki bir baktım koltuğumda biri oturuyor. Zaten sabrımın taşmış, sel olmuş, kadına da bir güzel parladım ve NİHAYET yerime oturabildim.

Kısaca uçak yolculuğundan da bahsetmek gerekirse, 11 saatlik yolculuğun sanırım 2-3 saati türbülansımsı hallerde geçti. Hatta bir ara öyle bir sarsıldık ki,  öleceğime inanmaya başladım.  (Benim dışımda herkesin hoş beş edip gönül eğlendirdiğini de özellikle belirtmeliyim.) Dışarıda yağmur yağıyor, hissediyorum, bununla beraber bir de ışık görmeye başlamayayım mı? "Allah!" dedim "Dışarıda şimşekler çakıyor, yüreğimde zincirler kırılıyor!" Gözümün önünden hayatım film şeridi gibi geçmedi ama gözümün önünde, hani şu uçaklı filmlerde olur ya, oksijen maskesi iner, hostesler yerine geçer, uçağın tepesi açılmaya başlar falan, işte tam da o sahne canlandı! "Allah'ım sen beni affet, dönmek istemiyorum, havada kalmak istiyorum dedim dedim, hak ettim ben bunu!" diye ağlamak üzereyken fark ediyorum ki gördüğüm ışık içerideki KENDİNİ BİLMEZ JAPON'UN BİRİNİN KAMERASINDAN GELİYORMUŞ! Ben orada canımla boğuşayım, elin Japon bebesi hanım arkadaşıyla kakara kikiri yapsın. İşte böyle böyle uçak yolculuğunu da tamamlayıp Türkiye'ye iniş yaptık arkadaşlar Ve Japonya macerasını da sonlandırdık.

Aslında genel olarak bu yolculuk ve öncesi ile ilgili söylemek istediğim daha pek çok trajikomik, ironik, dramatik ve yer yer romantik (?) şey var. Kim bilir, belki ileride bir şeyler daha ekler ve bu yazıyı ikiye bölerek yeniden yayınlarım, zira yazı zaten yeterince uzun oldu.

Bugün işte Japonya'dan ayrılışımın birinci yıl dönümü. Sanırım 30 Temmuz benim için hiç unutulmayacak bir gün olarak kalacak. (29 Temmuz da değerli bir arkadaşımın doğum günü.)

Bu başı ayrı -çok afedersiniz- kaidesi ayrı oynayan yazıyı baştan sona okuyup bitirdiğiniz için gerçekten çok teşekkür ederim.

Son olarak, başta yazdığımıza sonda bir kez daha gelelim. "Japonya'yı özledin mi?" "Japonya'ya bir daha gitmeyecek misin?" "Japonya'ya neden gitmiyorsun?" türünden sorular soran bütün arkadaşlara Murat Boz'dan ve tabii benden gelsin: ♫Geri dönüş olsa, kalp sana geri dönmez mi?♫

(Japonca başlık için: Dönebilsem, dönerdim.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder