Aylardır “Absürd bir Seyyahın Trajikomik Seyahat
Anıları"na tek bir satır bile yazmamış olmamın türlü türlü sebepleri
olabilirdi. Mesela Japonya’yı başlangıç noktası alarak uzunca bir dünya turuna
çıkmış olabilirdim ve dolayısı ile yazacak vaktim olmamış olabilirdi. Ya da bu
geziden yola çıkarak popüler bir dergi ya da gazetede yayınlanacak özel bir
yazı dizisi hazırladığımdan gözüm bu bloğu görmemiş olabilirdi. Yahut yeni bir
blog açmış olabilirdim; çünkü temmuz ayından sonra yaşadıklarım, kara mizaha boğulmuş
bu efkarlı blog için fazla heyecanlı ve neşeli şeylerdi belki. Yeni bir blog
açmış ve sizi bundan haberdar etmeyi unutuvermiş olabilirdim, mümkündü. Veya
çevremdeki pek çok insanın hayal dünyasındaki gibi burada hayatımın aşkı ile
karşılaşmış, yıldırım nikahıyla dünya evine girmiş ve Japonya’ya yerleşmiş
olabilirdim, e haliyle bu sırrı çevremden saklamam gerekirdi, değil mi? Hiç
olmadı, son aylarda maddi ve manevi olarak hayattan o kadar nasibimi almış,
öyle bir endorfin patlaması yaşıyor olurdum ki millete nispet yaparcasına
bunları anlatmak istemediğim için sessiz kalmayı seçmiş olabilirdim.
En basitinden, hala Japonya’da
olabilirdim. Gayet klasik, absürd bir seyyaha yakışır biçimde, trajikomik bir
açıklama yapabilirdim: Uçağı kaçırdım, gitmeye yakın parayı buldum, saçma sapan
bir işe girdim, bilgisayarım tekrar bozuldu, blogger şifremi unuttum,
depresyona girdim, yazasım gelmedi,
ketumluğum tuttu… Ve giriş cümlesi olarak da üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey
karalardım: “Evet sevgili okurlarım, gene yapayalnız bir şekilde geçirdiğim bir
Pazar günündeyiz. Hava tipik Tokyo havası, sağanak yağışlı ve ben bu sefer
kalemlerimi unutmayarak güç bela boş sandalye bulabildiğin Takadanobaba’nın
Starbucks’ında oturmuş sizlere başımdan geçen saçma sapan olayları anlatacağım.”
Ama değil.
Yukarıdakilerin hiçbiri doğru değil. Gerçek şu: Bendeniz Japonya’dan döndüm. 30 Temmuz 2012 Pazartesi günü saat 11.55’te,
nice badireler atlatarak uçağıma bindim ve saat 18.00 sularında temmuz için
serin sayılabilecek bir yaz akşamüzerinde İstanbul’a iniş yaptım. O
zamandan beri de burnumu ülke sınırları dışına çıkarmadım. Ancak bu gerçeği
sizlere söylemeyi, daha doğrusu sizlerle beraber kendime de söylemeyi de
erteledikçe erteledim. Çünkü bir şeyi açıkça söylemedikçe o şeyin gerçek
olmayacağına inandım, hani nasıl ki suçu kanıtlanana dek her şüpheli suçsuz
oluyorsa, açıkça itiraf edilmediği sürece de bütün olaylar aslında
gerçekleşmemiş sayılabilecekti. Bu nedenle Japonya muhabbetinden de olabildiği
kadar uzak durdum, lafını etmedim, pek de ettirmedim. Fotoğraflara bakmadım,
Facebook’ta Japonya’ya gitmiş/giden bazı kimseleri yayın akışımdan çıkardım.
İnternette Japonya ile ilgili her şeyden özenle uzak durdum.
Ama işte, kaçabilirsiniz fakat
kurtulamazsınız. Ben de
kurtulamadım. Özenle örüp de içine saklandığım duvar bir yerden çatlak verdi ve
anılar, hayaller, beklentiler ve bütün bunlarla gelen bütün burukluklar o
çatlaktan sızmaya ve beni de sızım sızım sızlatmaya başladı. Hala da
sızlıyorum, çok sızlıyorum hem de.
Beni sızlatan
sadece geri dönmüş olmak değil elbette; hatta diyebilirim ki ülkeme hiç
olmadığım kadar mutlu bir şekilde, büyük umutlarla, bu şehirde ve belki de
başka güzel şehirlerimde yaşayacağım güzel anların umudu ve gerçekten sevdiğim
insanlara kavuşacak olmanın verdiği büyük heyecanlarla döndüm. Bunların bir
kısmından nasibimi aldım, bir kısmından da havamı aldım. Beni üzen asıl durum, belki de ilk
paragrafta yazdığım hal içinde olamayışım, Japonya’ya belki de bir daha geri
gidemeyecek oluşum, Japonya’dan dönüşte gizliden gizliye korktuğum ve kaçmaya
çalıştığım şeylerin başıma gelmiş oluşuydu.
Beni en çok ama
en çok sızlatan şeyse bir daha asla ama asla Japonya’ya gitmeden önceki o
karmaşık ama bir o kadar da muhteşem olan ruh haliyle, gene karmaşık ama bir o
kadar da muhteşem olan o zaman dilimine dönemeyecek oluşum. Japonya’ya gittim,
iyi kötü birçok günler yaşadım, kimi zaman onları burada ya da başka yerlerde
paylaştım, kimi zaman kendime sakladım.
Fakat o defter kapandı işte. Belki bir daha Japonya’ya giderim, hatta, kim
bilir, belki çok daha güzel şeyler yaşarım orada bu sefer. Ama ne olursa olsun,
o her şey başlamadan ve büyük bir hayal gerçekleşmeden önceki o büyülü hale
bürünmem artık mümkün değil.
Boşuna dememiş Wilde, hayatta iki trajedi vardır, biri istediğini elde edememek, diğeri ise elde etmektir diye.
(Kim bilir, belki
de daha hafif bir hayal kırıklığı ile atlatmış olsaydım bu macerayı şu anda
buraya başka şeyler yazıyor olurdum...)
Neyse ne, artık
gerçeği biliyorsunuz. Japonya yaşantım
son bulmuş olabilir ama kendimi daha iyi ve hayatla başa çıkabilir hissettiğim
günlerde, bir seyyah olarak çeşitli ülkelerde ya da şehirlerde yaşamış olduklarımı
bolca nostalji sosuna bulayarak burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım O’nun
izniyle.
Şimdiye kadar
takipçim olan, bir şekilde bu blogda yayınladığım yazıları okuyan, beni
destekleyen ve seyahatime iştirak eden bütün güzel insanlara çok teşekkür
ediyorum.
Lütfen bundan
sonra da takipte olun.
Pınar
EK: Yazının
Başlığı ile İlgili Bir Paylaşım
Yazının başlığı
aslında Kesmeşeker grubunun bir şarkısının başlığı: “Ne Zaman Gitti Tren?”
Biliyorsunuz, kaçıp giden fırsatlar ya da benzeri durumlar için de kullanılır
bazen “tren kaçtı” deyişi. Japonya da trenleri ile meşhur olan bir memleket
olunca, e ben de hangi ara kaçtı bu tren de yolun sonuna geldik anlamayınca,
duruma uygun düşen bu harikulade şarkıyı kendimle ve Japonya maceram ile
ilişkilendirdim ve ortaya bu yazı çıktı. Tabii ortaya çıkan tek şey bu yazı
değil, 2012 Temmuz’unda kendi çektiğim videoyu da bu şarkı ile birleştirdim ve
ortaya oldukça amatör olan bu iş çıktı. Sırf şarkı için izleyiverin lütfen.
Sonunda seni yine sahalarda gördük bir demet taze Sakuracığım ^^
YanıtlaSilBir demet sakura... aşkımın tek hatırası..
SilTeşekkürler BF'im ;))
Uzun zaman olmuş blogunu ziyaret etmeyeli:(( Eski maillerimi karıştırırken blogunun (malesef unuttuğum) linkiyle karşılaşınca ağzım kulaklarımda sırıtışımı tahmin edersin sanırım:D
YanıtlaSilNe tevafuk ki sen de yokmuşsun. . Çok şey kaçırmamışım. .
Aslında trenin kaçtığı falan yok:)) Gidiş tek yönlü olsaydı pek anlamlı olmazdı sanırım:(( Geçen dönem her zamankinden daha şanslıydın o kadar. . Hem de birçoğumuzun isteyip de ulaşamadığı kadar:)) Seni kıskanmıyorum desem yalan olur:D
Kim bilir belki bir gün tekrar karşılaşırsın o trenle:)) Mastır ya da doktora?.? hıı neden olmasın:))
Bence trenler "absürd" insanlara bayılır:)) O adrese bir daha uğrayacaktır:))
(dursi)
Bloğumu okuduğunu bilmek çok güzel der başlarım ben de öyleyse...
Sil"Gidiş tek yönlü olsaydı pek anlamlı olmazdı sanırım" ne kadar yerinde bir cümledir. Her gidişin bir dönüşü var değil mi?
Son iki cümlen içinse içten bir "amin" diyor ve iyi ki varsın diye ekliyorum canım :) Yolumuz açık olsun.