Pazar, Kasım 24, 2013

Natsume Sōseki'den "Güzel" Bir Anekdot 夏目漱石の綺麗な逸話


Natsume Sōseki'yi tanıyan tanıyordur, tanımayan ise ayıp ediyordur demeyeceğim; olabilir, herkes herkesi tanımak zorunda mı? Absürt seyyahınız Yaşam Pınarım zaten bu iş için var, değil mi? O halde hemen Natsume Sōseki hakkında üç beş kelam ederek yeni yazımıza başlıyoruz!



Natsume Sōseki 夏目漱石, 1867-1916 yılları arasında yaşamış, ünlü bir Japon yazardır. En meşhur eserleri, 「こゝろKokoro yani Gönül, 「坊ちゃん」Bocchan yani Küçük Beyefendi ve 「吾輩は猫である」I'm a Cat'dir. Kendisi ayrıca 1000 yen banknotlarının üzerinde  de resmi bulunan şahsiyettir ki anlayın ne kadar ünlü bir sanatçı olduğunu! Bana Natsume Sōseki'yi sevdiren üç nedene gelecek olursak (ki geleceğiz tabii ki yoksa bu yazıyı neden yazayım?) :

1.) Natsume Sōseki'nin çok ama çok havalı bir adı olması. Tamam, gerçek adı Sōseki olmayabilir fakat adam kendine havalı bir isim seçebilmiş sonuçta, Recep Bülbülses diye isim seçen insanlar da var bu dünyada. (Yazarın gerçek adı Natsume Kinnosuke ki bence Kinnosuke de hiç fena değil. Ama bir Sōseki de değil.)

2.) Natsume Sōseki'nin hemşehrim olması. "Ne ayak?" diye sorabilirsiniz, tabii ki Natsume Sōseki Trabzon, Çaykaralı değil. Ama sonuçta Japonya'daki memleketim Tokyo, Shinjuku olduğuna göre; ve Natsume Sōseki de Shinjuku'nun bağrından, yiğidin harman olduğu yerden kopup geldiğine göre Japonya şartlarında kendisi ile hemşehriyiz! Adamcağızın köyünü ziyaret edemedim gerçi, bir dahakine inşallah. (Ben Takadanobaba köyündenim, Sōseki Kagurazakalı. Hihi.)

(Daha fazla bilgi için bakınız: http://www.shinjukuku-kankou.jp/english/map_index.html)

3.) Natsume Sōseki'nin Kokoro gibi bir şaheser bırakmış olması. Pekala, belki abartıyorum, bir şaheser falan olmayabilir Kokoro, ancak bende çok farklı bir hava oluşturmuştu bu eser. Nasıl desem, böyle sakin, gizemli, kalender, ehlidil bir hava bırakmıştı bende. Evet, ehlidil Kokoro'ya cuk oturdu, malum Kokoro sözlük anlamı olarak gönül demek ya. Ah Kokoro ah, keşke okuyabilsem orijinal dilinde seni. Öyle hoş bir kitaptı işte. (Bunu diyen kişi Kokoro'yu tamamlayamadı bile, bu neyin romantizmi?! *Sana inat ilk fırsatta kitabı alıp okuyup bitiriyorum ul*n doğrucu iç ses!!!*)



"Gel de bu adamı sevme!" dediğinizi duyamıyorum? Demek de zorunda değilsiniz şimdi Allah için, herkes herkesi sevecek değil. Fakat bakın ben bugün Natsume Sōseki'yi sevmek için yeni bir neden buldum, bu yazıya başlığını veren o nedeni, yani Natsume Sōseki ile ilgili küçük ve cici bir anekdotu izninizle burada paylaşıyorum:

Pazartesi, Ekim 14, 2013

Bir Şans Daha. もう一度チャンスをくれ。

 "Give me one more Ginza night! ☽☆彡" ile başlayan ufacık bir not iliştirmek istedim bugün sevgili okurlarım. Twitter asla yeterli gelmeyecekti, Facebook çoktan ilgi alanımdan çıkmıştı; e tutup da bu mevzu ile ilgili kitap da çıkaramayacağıma göre, dedim ki pek sevgili bloğuma bunu hemen yazayım. Haydi, ilişikteki notu okuyalım!


     Give me one more Ginza night! ☽☆彡En azından şöyle adam akıllı bir fotoğraf çekecek kadar bir fırsat.  Bir teselli de verebilirsiniz tabii ki bana, vitaminler, moraller, taze sıkılmış portakal suyu filan. Her neyse, şu yukarıda gördüğünüz fotoğraf 2011’in Aralık ayında Tokyo’nun en şatafatlı, en “elegant”, en ışıltılı, en “biznıss”lı, en gecelere akılası semtlerinden biri olan Ginza’da (銀座), iPhone 3G’nin kamerası ile çekildi. Evet, 3G diye bir telefon vardı bir zamanlar ve hala da var, ben kullanıyorum! “Bu kadar janjanlı bir yere gitmişsin, bir adam akıllı kamera edinemedin mi kızım?” diyen arkadaşlara selam ederim, güzel bir kameram olmakla birlikte, çoğu güzel anlarımda olduğu gibi, o gün de kameram sarjı biterek beni yarı yolda bırakmıştı. Come on guys, artık böyle şeylere alışmanız gerekiyor, bilirsiniz böyle talihsizlikler benim başıma düzenli aralıkla gelir. Talih değil, kör Salih, tövbe estağfurullah.


     Kısacası, Allah affetsin, bazen düşünüyorum, bana yeni bir şans verilmesi gerekiyor, talihsiz kontenjanından! Herkes ikinci bir şansı hak eder değil mi? (Değil.) Hatta bakın sizinle çok da güzel bir şarkı paylaşmak istiyorum yüksek müsaadenizle:






One more time 季節よ うつろわないで : Bir kez daha, mevsimler geçmesin
One more chance 記憶に足を取られて : Bir şans daha, anılarda kalalım

      Yeri gelmişken, bu şarkının 秒速5センチメートル」(Byousoku Go senchimeetoru)"Saniyede 5 Santimetre" filminin müziklerinden olduğunu da söyleyeyim. Animasyon film olan bu yapımı nicedir izleme niyetindeydim; hatta evde yalnız olduğum bir gece izleyeyim dedim fakat filmin altındaki yorumlarda “Film boyunca ağlamaktan helak oldum :(( / Dün akşam bu film yüzünden mutsuzdum, şimdi uyandım hala mutsuzum :(( / Hayatımda en çok ağladığım film :(( / Kaç paket peçete harcadığımı unuttum :(( “ tarzı cümleler okuduktan sonra gece gece başıma bela almayayım diye vazgeçmiştim. Sonrasında kuzenle hadi izleyelim diye oturduk ama ne yalan söyleyeyim, biz bu filmi pek beğenemedik. Görüntü kalitesi çok şatafatlıydı, eyvallah da zaten HD ile izleyemedik filmi -fiber (!!) hızlı internetimiz sağ olsun-, geri kalan hikayesinde de aman aman bir şey bulamadık. Tamam, üzücü şeyler vardı, zamanla, geçmişle, eski aşklarla vs. ilgili bir filmdi ama bir şey “olmamış” işte. Gerçi belki de yalnız izlenmesi gerekiyor, bence benim de bu filme “one more chance” vermem gerekiyor. Ayrıca izlemek isteyenler olur, izleyip de bayılmış olanlar olur, önyargıya filan sebebiyet vermeyelim şimdi.

Filmde durumuna en üzüldüğüm karakter de bu karşılıksız aşk muzdaribi zavallı kızcağız oldu. Ahhh ahhhhh!!!

     Hayat elbette geçmişte takılıp kalmayacak kadar kısa ve acımasız. Ancak bazen geçmiş de insanın yakasını bırakmayacak kadar ısrarcı oluyor, hele ki şimdiden memnun, gelecekten umutlu olmayan insanı öyle bir hapsediyor ki, şaşıp kalıyorsunuz. Bugün çok istedim, bazı şeyler için, geçmişte kalan ama kalması istenmeyen bazı şeyler için ikinci bir şans. Bir kez daha. Bir şans daha. Allah büyük.

Bu arada bir şey fark ettim dostlar, ben hiç sizin halinizi hatrınızı sormuyorum: Siz nasılsınız asıl?

İyi geceler. おやすみなさい。☆ミ


Salı, Temmuz 30, 2013

Geri dönüş olsa kalp sana geri dönmez mi? 帰れれば、帰れるのに。

Geçen sene tam da bu saatlerde evime dönmeye çalışıyordum.

Tamam, sanırım baştan almam gerekiyor. Zaten bloga öyle uzun bir ara verdim ki, kim olduğumu, ne yaptığımı çok değerli okurlarıma hatırlatmam gerektiğini düşünüyorum ancak bana kalırsa absürt seyyahınız da artık kim olduğunun, ne yaptığının çok da farkında değil. (Dur aman diyeyim, o topa girme, o topa girme!) Yok, o topa girmeye zaten niyetim yok. Onun yerine konuya giriyorum: Tamı tamına 1(bir) yıl öncesini hatırlayalım. Hatta en kestirmesinden 5n1k'yı verelim önce.

Ne: Japonya'dan Türkiye'ye geri dönüş
Ne Zaman: 30 Temmuz 2012 Pazartesi 07.00~
Nerede: Japonya (Chiba) & gökyüzü & Türkiye (İstanbul)
Nasıl: Uçakla & Bin bir zorlukla & Karmakarışık duygularla
Neden: Çünkü her gidişin bir dönüşü var.
Kim: ABSÜRT SEYYAHINIZ, bendeniz.

Temel bilgileri verme konusunu hallettikten sonra, daha da geriye gidelim (filmvari bir yazı yazmaya çalışıyoruz burada!) ve şöyle bir sahne açalım: Temmuzun son günleri, nem oranının %70'leri rahatlıkla bulduğu vıcık vıcık, Japonların tabiriyle "mushi mushi" günler. Üstelik de Ramazan, tıpkı şimdiki gibi! Absürt Seyyahınız evine dönüş hazırlıkları yapmaktadır ve Japonya'dayken ikame ettiği yurt odasını boşaltmak zorundadır. Gelin sahnemizi sizin için daha kolay hayal edilebilir kılalım ve bir fotoğraf koyalım:


♫Gidiyorum bütün aşklar yüreğimdeeee♫ ♫Eşyalar toplanmış seninle birlikte♫ ♫Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim♫ türevinden şarkılar eşliğinde hap kadar oda (aylarca, odam hap kadar dedim dedim inanmadınız, bak ne oldu şimdi?) toplanmıştır. Ah ah bir bilseniz, şu tek insanın bile sığamadığı odaya ne kadar çok ıvır zıvır sığmış! Kocaman iki bavul, 20 kiloluk bir koli, iki küçük bavul , Datron reisin (eski bilgisayarım) çantası, şemsiye ve kim bilir kaç araba çöp! Gönül ne isterdi, gönül isterdi ki anıları bavula koyup götürmek ve ölene kadar muhafaza etmek mümkün olsun *sadece anılar değil de biraz kıyafet, süs püs, kitap, dergi, kimono, manga, elektronik bilmem neler, kırtasiye ıvır zıvırları, yemek falan da anılarla beraber gelse istiyor* fakat tek yapabildiği birbirinden kıymetli hatıraları kalpte ve zihinde muhafaza etmek. Nasıl, sahnemize yeterince duygusal bir atmosfer yerleştirebildik mi? 

Şimdi izninizle bu kadar yükle nasıl başa çıktığımı da anlatayım? Ben yurttan ayrılmadan önce, bütün bu eşyalar birbirinden çoktan ayrılmıştı: Bir bavul kargo ile havaalanına gitti (ben sonraları kafamı çok duvarlara vurdum neden önceden bunu akıl edemedim diye); 20 kiloluk koli gemi ile okyanusun ortalarında seyahat etmekteydi, küçük bavullardan biri canım arkadaşım E. ile Ankara'ya uçmuştu. Diğer büyük bavulla küçük bavul ise; mushi mushiliğin tavan yaptığı  bendenizin susuzluktan gözyaşı bile dökemediği zalim bir Tokyo gününde, Yokohama'nın yolunu tutmuştu. Bense geri kalan ıvır zıvır ile Yokohama'daki arkadaşlarımın evine yerleşebildim, bir iki günlüğüne. İŞTE BEN BUNA TAM ANLAMIYLA DAĞITMAK VE DAĞILMAK DERİM GENÇLER!!!

Yokohama'daki günler hakkında çok fazla söyleyebileceğim şey VAR fakat şu sinemasal yazıyı bir ölümcül bir trajediye yahut ağlak bir dramaya çevirmeye niyetim YOK. Zaten mevzu oraya yazının sonunda ister istemez gelecek, o yüzden şimdilik sakin sakin devam edelim. Yokohama'daki son günlerimde, tıpkı The Simpson'lardan Bart gibi 200 (iki yüz) küsür günde yapamadığım her türlü haltı -demeyeceğim tabii ki, eğlence, dinlence, gezmece, almaca, vermece vs. türünden aktiviteleri 2 (iki) güne sığdırmaya çalıştım ve başarılı olamadım. En son hatırladığım, ülkeyi terk etmeden iki gün önce hüngür hüngür ağladığımdı. (Ama ne demiştin paragrafın başında Pınar, ne demiştin?!) Peki, hemen dönüş yapıyorum, yeni sahnemiz kızlarla beraber iftar hazırlamamız. Gitmeden önceki gece bir sürü yeni insanla tanıştım, herkese Türkiye'ye döneceğim için ne kadar mutlu olduğumu anlattım. Çay içtik, sabaha kadar konuştuk. Bir önceki gece İranlı arkadaşımla kahve içmeye gitmiştik, ne de güzel sohbet etmiştik! Daha önceki akşam da işte şey olduğu akşamdı. Neyse, nasıl, dramatik havayı biraz dağıtabildim mi?

Şimdiyse zurnanın zırt dediği yere gelelim, yolculuk gününe!

Pazar, Şubat 17, 2013

Ne zaman gitti tren? 電車はいつ出たの?




Aylardır  “Absürd bir Seyyahın Trajikomik Seyahat Anıları"na tek bir satır bile yazmamış olmamın türlü türlü sebepleri olabilirdi. Mesela Japonya’yı başlangıç noktası alarak uzunca bir dünya turuna çıkmış olabilirdim ve dolayısı ile yazacak vaktim olmamış olabilirdi. Ya da bu geziden yola çıkarak popüler bir dergi ya da gazetede yayınlanacak özel bir yazı dizisi hazırladığımdan gözüm bu bloğu görmemiş olabilirdi. Yahut yeni bir blog açmış olabilirdim; çünkü temmuz ayından sonra yaşadıklarım, kara mizaha boğulmuş bu efkarlı blog için fazla heyecanlı ve neşeli şeylerdi belki. Yeni bir blog açmış ve sizi bundan haberdar etmeyi unutuvermiş olabilirdim, mümkündü. Veya çevremdeki pek çok insanın hayal dünyasındaki gibi burada hayatımın aşkı ile karşılaşmış, yıldırım nikahıyla dünya evine girmiş ve Japonya’ya yerleşmiş olabilirdim, e haliyle bu sırrı çevremden saklamam gerekirdi, değil mi? Hiç olmadı, son aylarda maddi ve manevi olarak hayattan o kadar nasibimi almış, öyle bir endorfin patlaması yaşıyor olurdum ki millete nispet yaparcasına bunları anlatmak istemediğim için sessiz kalmayı seçmiş olabilirdim.

En basitinden, hala Japonya’da olabilirdim. Gayet klasik, absürd bir seyyaha yakışır biçimde, trajikomik bir açıklama yapabilirdim: Uçağı kaçırdım, gitmeye yakın parayı buldum, saçma sapan bir işe girdim, bilgisayarım tekrar bozuldu, blogger şifremi unuttum, depresyona girdim,  yazasım gelmedi, ketumluğum tuttu… Ve giriş cümlesi olarak da üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey karalardım: “Evet sevgili okurlarım, gene yapayalnız bir şekilde geçirdiğim bir Pazar günündeyiz. Hava tipik Tokyo havası, sağanak yağışlı ve ben bu sefer kalemlerimi unutmayarak güç bela boş sandalye bulabildiğin Takadanobaba’nın Starbucks’ında oturmuş sizlere başımdan geçen saçma sapan olayları anlatacağım.”

Ama değil. Yukarıdakilerin hiçbiri doğru değil. Gerçek şu: Bendeniz Japonya’dan döndüm. 30 Temmuz 2012 Pazartesi günü saat 11.55’te, nice badireler atlatarak uçağıma bindim ve saat 18.00 sularında temmuz için serin sayılabilecek bir yaz akşamüzerinde İstanbul’a iniş yaptım. O zamandan beri de burnumu ülke sınırları dışına çıkarmadım. Ancak bu gerçeği sizlere söylemeyi, daha doğrusu sizlerle beraber kendime de söylemeyi de erteledikçe erteledim. Çünkü bir şeyi açıkça söylemedikçe o şeyin gerçek olmayacağına inandım, hani nasıl ki suçu kanıtlanana dek her şüpheli suçsuz oluyorsa, açıkça itiraf edilmediği sürece de bütün olaylar aslında gerçekleşmemiş sayılabilecekti. Bu nedenle Japonya muhabbetinden de olabildiği kadar uzak durdum, lafını etmedim, pek de ettirmedim. Fotoğraflara bakmadım, Facebook’ta Japonya’ya gitmiş/giden bazı kimseleri yayın akışımdan çıkardım. İnternette Japonya ile ilgili her şeyden özenle uzak durdum.

Ama işte, kaçabilirsiniz fakat kurtulamazsınız. Ben de kurtulamadım. Özenle örüp de içine saklandığım duvar bir yerden çatlak verdi ve anılar, hayaller, beklentiler ve bütün bunlarla gelen bütün burukluklar o çatlaktan sızmaya ve beni de sızım sızım sızlatmaya başladı. Hala da sızlıyorum, çok sızlıyorum hem de.

Beni sızlatan sadece geri dönmüş olmak değil elbette; hatta diyebilirim ki ülkeme hiç olmadığım kadar mutlu bir şekilde, büyük umutlarla, bu şehirde ve belki de başka güzel şehirlerimde yaşayacağım güzel anların umudu ve gerçekten sevdiğim insanlara kavuşacak olmanın verdiği büyük heyecanlarla döndüm. Bunların bir kısmından nasibimi aldım, bir kısmından da havamı aldım. Beni üzen asıl durum, belki de ilk paragrafta yazdığım hal içinde olamayışım, Japonya’ya belki de bir daha geri gidemeyecek oluşum, Japonya’dan dönüşte gizliden gizliye korktuğum ve kaçmaya çalıştığım şeylerin başıma gelmiş oluşuydu.

Beni en çok ama en çok sızlatan şeyse bir daha asla ama asla Japonya’ya gitmeden önceki o karmaşık ama bir o kadar da muhteşem olan ruh haliyle, gene karmaşık ama bir o kadar da muhteşem olan o zaman dilimine dönemeyecek oluşum. Japonya’ya gittim, iyi kötü birçok günler yaşadım, kimi zaman onları burada ya da başka yerlerde paylaştım, kimi zaman kendime sakladım.  Fakat o defter kapandı işte. Belki bir daha Japonya’ya giderim, hatta, kim bilir, belki çok daha güzel şeyler yaşarım orada bu sefer. Ama ne olursa olsun, o her şey başlamadan ve büyük bir hayal gerçekleşmeden önceki o büyülü hale bürünmem artık mümkün değil.

Boşuna dememiş Wilde,  hayatta iki trajedi vardır, biri istediğini elde edememek, diğeri ise elde etmektir diye.

(Kim bilir, belki de daha hafif bir hayal kırıklığı ile atlatmış olsaydım bu macerayı şu anda buraya başka şeyler yazıyor olurdum...)

Neyse ne, artık gerçeği biliyorsunuz.  Japonya yaşantım son bulmuş olabilir ama kendimi daha iyi ve hayatla başa çıkabilir hissettiğim günlerde, bir seyyah olarak çeşitli ülkelerde ya da şehirlerde yaşamış olduklarımı bolca nostalji sosuna bulayarak burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım O’nun izniyle.

Şimdiye kadar takipçim olan, bir şekilde bu blogda yayınladığım yazıları okuyan, beni destekleyen ve seyahatime iştirak eden bütün güzel insanlara çok teşekkür ediyorum.

Lütfen bundan sonra da takipte olun.

Pınar

EK: Yazının Başlığı ile İlgili Bir Paylaşım
Yazının başlığı aslında Kesmeşeker grubunun bir şarkısının başlığı: “Ne Zaman Gitti Tren?” Biliyorsunuz, kaçıp giden fırsatlar ya da benzeri durumlar için de kullanılır bazen “tren kaçtı” deyişi. Japonya da trenleri ile meşhur olan bir memleket olunca, e ben de hangi ara kaçtı bu tren de yolun sonuna geldik anlamayınca, duruma uygun düşen bu harikulade şarkıyı kendimle ve Japonya maceram ile ilişkilendirdim ve ortaya bu yazı çıktı. Tabii ortaya çıkan tek şey bu yazı değil, 2012 Temmuz’unda kendi çektiğim videoyu da bu şarkı ile birleştirdim ve ortaya oldukça amatör olan bu iş çıktı. Sırf şarkı için izleyiverin lütfen.



Cuma, Haziran 22, 2012

(Dikkat, klişe var!) Kahve kokulu bir yazı / コーヒーが香ってる小論文

Selamlar ve sevgiler çok meşgul arkadaşlarım! (Evet, bu yersiz bir sitemdir.)

Gün geçmiyor ki, ailenizin absürd seyyah'ı bir yaşına daha girmesin! Ben bu Japonya'dan oldukça yaşlanarak ayrılacağım bu gidişle; ama olsun, neler neler öğrendim, ne dersler çıkardım bu memlekette bir bilseniz! Mesela, kim derdi ki elin Japonya'sında Fransızca bir sözcüğün doğru telaffuzunu öğrenebileceğimi? Ama işte, insan şu ömür dönülen alengirli yolda... Ay vallahi ben yazarken bile bunaldım, siz okurken kim bilir ne fena sıkılırsınız diye düşünerekten cümlemi yarıda kestim. Sadede gelelim hemen, değil mi benim başarılı dostlarım?

Bu akşam kahve içmeye kafeye gitmiştim. (Aman Tanrım, Pınar, olağanüstü güzellikte ilginç bir olay bu, nasıl yaparsın bunu?!) Tek istediğim sütlü ve soğuk bir kahve içmekti ki; bu kriterlere uygun bir kahve çeşidi olduğunu düşündüğüm アイスカフェオーレ (aisu-kafe-ore) isimli zımbırtının adını binbir zorlukla okuyarak -evet itiraf ediyorum, hala katakana *yabancı sözcükleri yazmak için kullanılan Japon alfabesi* okumakta zorlanıyorum ve bu sözcüğü de 2 defa "kafe oru" diye ifade etmem üzerine, zavallı garson kız hiçbir şey anlayamadı doğal olarak- bu zımbırtıyı sipariş ediyordum ki, o da ne? Benim sayısız yerde gördüğüm kafe-ore kelimesinin yanında, açıklama bâbında "Café au Lait" yazmasın mı? Tamam kafe-ore'yi biliyorum, bakkalda çakkalda görüp duruyorum. Café au lait'i de duymuşluğum var da ikisinin de aynı şey olduğunu gün itibari ile öğrendim dostlar! Tamam, bu bir memleket meselesi olmayabilir ama ben de bir cumhurbaşkanı değilim zaten. "Ne işim olur benim yurttan ve dünyadan haberlerle yahu!" diyerek sığ bir insan imajı vermek istemem ama dünyanın işleyişine herhangi bir etkim olmadığı da aşikar.

Neyse ne diyorduk, evet kafe-ore. Her yerde gördüğüm bu içecek hakkında şunları düşünüyordum:
  1. Kahve ile alakalı bir içecektir, muhtemelen de bildiğimiz sütlü kahvedir. Ya da belki kahveli süttür.
  2. Japonların uydurup uydurup ipe dizdiği, Japongilizce kelimelerden yalnızca biridir.
Bir de café au lait hakkında düşündüklerime gelelim:
  1. Muhtemelen kahve ile alakalı bir içecektir, neye benzediği hakkında bir fikrim yoktur. Lakin bu durumu elbette çaktıracak değilimdir, ilk fırsatta siparişini vereceğim bir içecektir.
  2. Fransızca bir kelime olup, oldukça da afillidir.
İşte işi gücü olan arkadaşlarım, ben şimdi nereden bileyim bu kafe-ore ile café au lait'nin aynı içecek olup, Japonların bu içeceğe verdiği ismin aslında içeceğin orijinal Fransızca isminden devşirme olduğunu?! Zaten café au lait sözcüğünün Fransızca okunuşunu da bilmiyordum ki. Bana sorsan, "kafe oo leyt" diye okunuyor derdim, hatta ve hatta Fransız havası katmak adına, işkembe-i kübradan çıkma bir telaffuzla "kofi öö leyt" derdim yani. Ne bileyim ben "kafe o le" diye okunduğunu! Kafi LGS puanımız vardı da; biz mi okumadık elin Lycée de Galatasaray'ında efendim?! (Benim zamanımda LGS idi o, karıştırmayın yaşımı maşımı şimdi!!!) Ya da Saint Joseph efendi bizi lisesine buyur etti de biz mi gitmedik?!

Neyse işte, Joseph'le Michel takıladursunlar; ben size internetten birkaç café au lait resmi aşırayım:


(Sol baştan)
1.Sıcak kafe café au lait'si. Cicilikten yıkılan Japonların, ayıcık süslemeli kafe-oresi.
2. Aisu-kafe-ore, nam-ı diğer soğuk sütlü kahve.
3. Tasarımı oldukça ilgi çekici olan *üstü dar, altı geniş?! kime selam çakıyorsunuz arkadaşım?* bakkal kafe-oresi.
4. Teee kaç ay önce absürdün biri tarafından içilen kutu kafe-ore ve メロンパンという美味しいお菓子です!
(İşte kendime engel olamıyorum, Japonca konuşmadan edemiyorum, n'apacaksın?)


Şimdi burada cahil olan, suçlu olan benim de; ecnebinin malını olduğu gibi alıp da alengirli malengirli bir araba sözcüğe sahip olan Japonun hiç mi suçu yok? Hayır bildiğimiz sütlü kahve, başka bir şey olsa gam yemeyeceğim de; bu kadar mı zor arkadaşım sütlü kahve anlamını verebilecek Japonca bir sözcük bulmak? Zaten sizin o ayıla bayıla kafe-ore dediğiniz sözcüğün sözlük anlamı da "süt ile kahve"dir nihayetinde. Elin Fransızı söyledi diye mi önem kazandı? Bir de önüne "aisu"(iced) koymuşsunuz tüy diker gibi, yok mu dilinizde "buzlu" namında bir sözcük? Azıcık kendiniz olun be! -Diyene bak, bizde de mis gibi "sütlü kahve" yerine "neskafe" sözcüğünü kullanan bir kamyon insan yok mu? Neskafe dediğin üstelik, bildiğin marka ismidir arkadaşım, Selpak gibi, Cif gibi, Sarelle gibi. (Amma da tırıvırı yaptım he!)



Bütün bunları yazarken sevgili evli-mutlu-çocuklu ahbaplarım, aklıma bizim caffé latte geldi. "Nereden sizin oluyor lö?" *Fransız filan dedik ya, o yüzden lö; aslı "la"dır yoksa* diye sorabilirsiniz. Doğrudur, duyan da yedi göbek Floransalıyız filan zannedecek. Değilim efendim, ama geliyor aklıma böyle şeyler, durduramıyorum kendimi. Neyse mevzua dönelim, benim lügatimde *Yaşampınarı'nın Akla Zarar Lügat Bozması isimli sözlük çalışmam için sponsor arıyorum millet, duyrulur.* "sütlü kahve"nin gâvurca (hakaret olarak algılanmasın, YPAZLB'da "yabancı dil" demektir bu sözcük çünkü; çok da işlevsel bir sözcüktür, kısa ve sevimli değil mi sizce de?) karşılığı "Kafe Late"dir. Tevekkeli değil, café au lait ne demek bilememişim işte. Aman işte ne diyordum, Caffé Latte ve Café Au Lait sözcüklerindeki benzerlik herhalde dikkatinizi çekmiştir. Gecenin bu saatinde üşenmedim, erinmedim ve baktım ki ilki İtalya'nın "sütlü kayfe"si; ikincisi ise Fransa'nın. Zaten şu Avrupa dillerinin hepsi de birbirine benziyor diyeceğim de, çakma da olsa bir dilbilimci aday adayına yakışmaz bu cümle. Bu diller Latin kökenli olduğu için... Offff, valla sıkıldım, çizdim oynamıyorum!!!


Ne Japonya'ymış arkadaş, beni kahve uzmanı yaptı. Olmayan işi gücü bırakıp da, barista işine mi girsem ne yapsam? Ah ul*n kahve, sen nelere kadirsin kadim dostum! 


Bu da günün videosu olsun. Yemin ederim, videoyu ikinci kez izleyinceye kadar adamın Japonca konuştuğunu anlayamadım. Fransızca nasıl da her dilin önüne geçiyor, hey gidi!


Kapanışı da Fransızca yapalım bari "ne arkadaşlar sevdim ki zaten yoktular"ım; "Ma biyen süüüğğ!!!"




NOT: Bu kahve ile ilgili ilk yazım olmuş olabilir; amma ve lakin kesinlikle son yazım olmasını istemem.