Pazar, Şubat 17, 2013

Ne zaman gitti tren? 電車はいつ出たの?




Aylardır  “Absürd bir Seyyahın Trajikomik Seyahat Anıları"na tek bir satır bile yazmamış olmamın türlü türlü sebepleri olabilirdi. Mesela Japonya’yı başlangıç noktası alarak uzunca bir dünya turuna çıkmış olabilirdim ve dolayısı ile yazacak vaktim olmamış olabilirdi. Ya da bu geziden yola çıkarak popüler bir dergi ya da gazetede yayınlanacak özel bir yazı dizisi hazırladığımdan gözüm bu bloğu görmemiş olabilirdi. Yahut yeni bir blog açmış olabilirdim; çünkü temmuz ayından sonra yaşadıklarım, kara mizaha boğulmuş bu efkarlı blog için fazla heyecanlı ve neşeli şeylerdi belki. Yeni bir blog açmış ve sizi bundan haberdar etmeyi unutuvermiş olabilirdim, mümkündü. Veya çevremdeki pek çok insanın hayal dünyasındaki gibi burada hayatımın aşkı ile karşılaşmış, yıldırım nikahıyla dünya evine girmiş ve Japonya’ya yerleşmiş olabilirdim, e haliyle bu sırrı çevremden saklamam gerekirdi, değil mi? Hiç olmadı, son aylarda maddi ve manevi olarak hayattan o kadar nasibimi almış, öyle bir endorfin patlaması yaşıyor olurdum ki millete nispet yaparcasına bunları anlatmak istemediğim için sessiz kalmayı seçmiş olabilirdim.

En basitinden, hala Japonya’da olabilirdim. Gayet klasik, absürd bir seyyaha yakışır biçimde, trajikomik bir açıklama yapabilirdim: Uçağı kaçırdım, gitmeye yakın parayı buldum, saçma sapan bir işe girdim, bilgisayarım tekrar bozuldu, blogger şifremi unuttum, depresyona girdim,  yazasım gelmedi, ketumluğum tuttu… Ve giriş cümlesi olarak da üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey karalardım: “Evet sevgili okurlarım, gene yapayalnız bir şekilde geçirdiğim bir Pazar günündeyiz. Hava tipik Tokyo havası, sağanak yağışlı ve ben bu sefer kalemlerimi unutmayarak güç bela boş sandalye bulabildiğin Takadanobaba’nın Starbucks’ında oturmuş sizlere başımdan geçen saçma sapan olayları anlatacağım.”

Ama değil. Yukarıdakilerin hiçbiri doğru değil. Gerçek şu: Bendeniz Japonya’dan döndüm. 30 Temmuz 2012 Pazartesi günü saat 11.55’te, nice badireler atlatarak uçağıma bindim ve saat 18.00 sularında temmuz için serin sayılabilecek bir yaz akşamüzerinde İstanbul’a iniş yaptım. O zamandan beri de burnumu ülke sınırları dışına çıkarmadım. Ancak bu gerçeği sizlere söylemeyi, daha doğrusu sizlerle beraber kendime de söylemeyi de erteledikçe erteledim. Çünkü bir şeyi açıkça söylemedikçe o şeyin gerçek olmayacağına inandım, hani nasıl ki suçu kanıtlanana dek her şüpheli suçsuz oluyorsa, açıkça itiraf edilmediği sürece de bütün olaylar aslında gerçekleşmemiş sayılabilecekti. Bu nedenle Japonya muhabbetinden de olabildiği kadar uzak durdum, lafını etmedim, pek de ettirmedim. Fotoğraflara bakmadım, Facebook’ta Japonya’ya gitmiş/giden bazı kimseleri yayın akışımdan çıkardım. İnternette Japonya ile ilgili her şeyden özenle uzak durdum.

Ama işte, kaçabilirsiniz fakat kurtulamazsınız. Ben de kurtulamadım. Özenle örüp de içine saklandığım duvar bir yerden çatlak verdi ve anılar, hayaller, beklentiler ve bütün bunlarla gelen bütün burukluklar o çatlaktan sızmaya ve beni de sızım sızım sızlatmaya başladı. Hala da sızlıyorum, çok sızlıyorum hem de.

Beni sızlatan sadece geri dönmüş olmak değil elbette; hatta diyebilirim ki ülkeme hiç olmadığım kadar mutlu bir şekilde, büyük umutlarla, bu şehirde ve belki de başka güzel şehirlerimde yaşayacağım güzel anların umudu ve gerçekten sevdiğim insanlara kavuşacak olmanın verdiği büyük heyecanlarla döndüm. Bunların bir kısmından nasibimi aldım, bir kısmından da havamı aldım. Beni üzen asıl durum, belki de ilk paragrafta yazdığım hal içinde olamayışım, Japonya’ya belki de bir daha geri gidemeyecek oluşum, Japonya’dan dönüşte gizliden gizliye korktuğum ve kaçmaya çalıştığım şeylerin başıma gelmiş oluşuydu.

Beni en çok ama en çok sızlatan şeyse bir daha asla ama asla Japonya’ya gitmeden önceki o karmaşık ama bir o kadar da muhteşem olan ruh haliyle, gene karmaşık ama bir o kadar da muhteşem olan o zaman dilimine dönemeyecek oluşum. Japonya’ya gittim, iyi kötü birçok günler yaşadım, kimi zaman onları burada ya da başka yerlerde paylaştım, kimi zaman kendime sakladım.  Fakat o defter kapandı işte. Belki bir daha Japonya’ya giderim, hatta, kim bilir, belki çok daha güzel şeyler yaşarım orada bu sefer. Ama ne olursa olsun, o her şey başlamadan ve büyük bir hayal gerçekleşmeden önceki o büyülü hale bürünmem artık mümkün değil.

Boşuna dememiş Wilde,  hayatta iki trajedi vardır, biri istediğini elde edememek, diğeri ise elde etmektir diye.

(Kim bilir, belki de daha hafif bir hayal kırıklığı ile atlatmış olsaydım bu macerayı şu anda buraya başka şeyler yazıyor olurdum...)

Neyse ne, artık gerçeği biliyorsunuz.  Japonya yaşantım son bulmuş olabilir ama kendimi daha iyi ve hayatla başa çıkabilir hissettiğim günlerde, bir seyyah olarak çeşitli ülkelerde ya da şehirlerde yaşamış olduklarımı bolca nostalji sosuna bulayarak burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım O’nun izniyle.

Şimdiye kadar takipçim olan, bir şekilde bu blogda yayınladığım yazıları okuyan, beni destekleyen ve seyahatime iştirak eden bütün güzel insanlara çok teşekkür ediyorum.

Lütfen bundan sonra da takipte olun.

Pınar

EK: Yazının Başlığı ile İlgili Bir Paylaşım
Yazının başlığı aslında Kesmeşeker grubunun bir şarkısının başlığı: “Ne Zaman Gitti Tren?” Biliyorsunuz, kaçıp giden fırsatlar ya da benzeri durumlar için de kullanılır bazen “tren kaçtı” deyişi. Japonya da trenleri ile meşhur olan bir memleket olunca, e ben de hangi ara kaçtı bu tren de yolun sonuna geldik anlamayınca, duruma uygun düşen bu harikulade şarkıyı kendimle ve Japonya maceram ile ilişkilendirdim ve ortaya bu yazı çıktı. Tabii ortaya çıkan tek şey bu yazı değil, 2012 Temmuz’unda kendi çektiğim videoyu da bu şarkı ile birleştirdim ve ortaya oldukça amatör olan bu iş çıktı. Sırf şarkı için izleyiverin lütfen.