Cuma, Haziran 22, 2012

(Dikkat, klişe var!) Kahve kokulu bir yazı / コーヒーが香ってる小論文

Selamlar ve sevgiler çok meşgul arkadaşlarım! (Evet, bu yersiz bir sitemdir.)

Gün geçmiyor ki, ailenizin absürd seyyah'ı bir yaşına daha girmesin! Ben bu Japonya'dan oldukça yaşlanarak ayrılacağım bu gidişle; ama olsun, neler neler öğrendim, ne dersler çıkardım bu memlekette bir bilseniz! Mesela, kim derdi ki elin Japonya'sında Fransızca bir sözcüğün doğru telaffuzunu öğrenebileceğimi? Ama işte, insan şu ömür dönülen alengirli yolda... Ay vallahi ben yazarken bile bunaldım, siz okurken kim bilir ne fena sıkılırsınız diye düşünerekten cümlemi yarıda kestim. Sadede gelelim hemen, değil mi benim başarılı dostlarım?

Bu akşam kahve içmeye kafeye gitmiştim. (Aman Tanrım, Pınar, olağanüstü güzellikte ilginç bir olay bu, nasıl yaparsın bunu?!) Tek istediğim sütlü ve soğuk bir kahve içmekti ki; bu kriterlere uygun bir kahve çeşidi olduğunu düşündüğüm アイスカフェオーレ (aisu-kafe-ore) isimli zımbırtının adını binbir zorlukla okuyarak -evet itiraf ediyorum, hala katakana *yabancı sözcükleri yazmak için kullanılan Japon alfabesi* okumakta zorlanıyorum ve bu sözcüğü de 2 defa "kafe oru" diye ifade etmem üzerine, zavallı garson kız hiçbir şey anlayamadı doğal olarak- bu zımbırtıyı sipariş ediyordum ki, o da ne? Benim sayısız yerde gördüğüm kafe-ore kelimesinin yanında, açıklama bâbında "Café au Lait" yazmasın mı? Tamam kafe-ore'yi biliyorum, bakkalda çakkalda görüp duruyorum. Café au lait'i de duymuşluğum var da ikisinin de aynı şey olduğunu gün itibari ile öğrendim dostlar! Tamam, bu bir memleket meselesi olmayabilir ama ben de bir cumhurbaşkanı değilim zaten. "Ne işim olur benim yurttan ve dünyadan haberlerle yahu!" diyerek sığ bir insan imajı vermek istemem ama dünyanın işleyişine herhangi bir etkim olmadığı da aşikar.

Neyse ne diyorduk, evet kafe-ore. Her yerde gördüğüm bu içecek hakkında şunları düşünüyordum:
  1. Kahve ile alakalı bir içecektir, muhtemelen de bildiğimiz sütlü kahvedir. Ya da belki kahveli süttür.
  2. Japonların uydurup uydurup ipe dizdiği, Japongilizce kelimelerden yalnızca biridir.
Bir de café au lait hakkında düşündüklerime gelelim:
  1. Muhtemelen kahve ile alakalı bir içecektir, neye benzediği hakkında bir fikrim yoktur. Lakin bu durumu elbette çaktıracak değilimdir, ilk fırsatta siparişini vereceğim bir içecektir.
  2. Fransızca bir kelime olup, oldukça da afillidir.
İşte işi gücü olan arkadaşlarım, ben şimdi nereden bileyim bu kafe-ore ile café au lait'nin aynı içecek olup, Japonların bu içeceğe verdiği ismin aslında içeceğin orijinal Fransızca isminden devşirme olduğunu?! Zaten café au lait sözcüğünün Fransızca okunuşunu da bilmiyordum ki. Bana sorsan, "kafe oo leyt" diye okunuyor derdim, hatta ve hatta Fransız havası katmak adına, işkembe-i kübradan çıkma bir telaffuzla "kofi öö leyt" derdim yani. Ne bileyim ben "kafe o le" diye okunduğunu! Kafi LGS puanımız vardı da; biz mi okumadık elin Lycée de Galatasaray'ında efendim?! (Benim zamanımda LGS idi o, karıştırmayın yaşımı maşımı şimdi!!!) Ya da Saint Joseph efendi bizi lisesine buyur etti de biz mi gitmedik?!

Neyse işte, Joseph'le Michel takıladursunlar; ben size internetten birkaç café au lait resmi aşırayım:


(Sol baştan)
1.Sıcak kafe café au lait'si. Cicilikten yıkılan Japonların, ayıcık süslemeli kafe-oresi.
2. Aisu-kafe-ore, nam-ı diğer soğuk sütlü kahve.
3. Tasarımı oldukça ilgi çekici olan *üstü dar, altı geniş?! kime selam çakıyorsunuz arkadaşım?* bakkal kafe-oresi.
4. Teee kaç ay önce absürdün biri tarafından içilen kutu kafe-ore ve メロンパンという美味しいお菓子です!
(İşte kendime engel olamıyorum, Japonca konuşmadan edemiyorum, n'apacaksın?)


Şimdi burada cahil olan, suçlu olan benim de; ecnebinin malını olduğu gibi alıp da alengirli malengirli bir araba sözcüğe sahip olan Japonun hiç mi suçu yok? Hayır bildiğimiz sütlü kahve, başka bir şey olsa gam yemeyeceğim de; bu kadar mı zor arkadaşım sütlü kahve anlamını verebilecek Japonca bir sözcük bulmak? Zaten sizin o ayıla bayıla kafe-ore dediğiniz sözcüğün sözlük anlamı da "süt ile kahve"dir nihayetinde. Elin Fransızı söyledi diye mi önem kazandı? Bir de önüne "aisu"(iced) koymuşsunuz tüy diker gibi, yok mu dilinizde "buzlu" namında bir sözcük? Azıcık kendiniz olun be! -Diyene bak, bizde de mis gibi "sütlü kahve" yerine "neskafe" sözcüğünü kullanan bir kamyon insan yok mu? Neskafe dediğin üstelik, bildiğin marka ismidir arkadaşım, Selpak gibi, Cif gibi, Sarelle gibi. (Amma da tırıvırı yaptım he!)



Bütün bunları yazarken sevgili evli-mutlu-çocuklu ahbaplarım, aklıma bizim caffé latte geldi. "Nereden sizin oluyor lö?" *Fransız filan dedik ya, o yüzden lö; aslı "la"dır yoksa* diye sorabilirsiniz. Doğrudur, duyan da yedi göbek Floransalıyız filan zannedecek. Değilim efendim, ama geliyor aklıma böyle şeyler, durduramıyorum kendimi. Neyse mevzua dönelim, benim lügatimde *Yaşampınarı'nın Akla Zarar Lügat Bozması isimli sözlük çalışmam için sponsor arıyorum millet, duyrulur.* "sütlü kahve"nin gâvurca (hakaret olarak algılanmasın, YPAZLB'da "yabancı dil" demektir bu sözcük çünkü; çok da işlevsel bir sözcüktür, kısa ve sevimli değil mi sizce de?) karşılığı "Kafe Late"dir. Tevekkeli değil, café au lait ne demek bilememişim işte. Aman işte ne diyordum, Caffé Latte ve Café Au Lait sözcüklerindeki benzerlik herhalde dikkatinizi çekmiştir. Gecenin bu saatinde üşenmedim, erinmedim ve baktım ki ilki İtalya'nın "sütlü kayfe"si; ikincisi ise Fransa'nın. Zaten şu Avrupa dillerinin hepsi de birbirine benziyor diyeceğim de, çakma da olsa bir dilbilimci aday adayına yakışmaz bu cümle. Bu diller Latin kökenli olduğu için... Offff, valla sıkıldım, çizdim oynamıyorum!!!


Ne Japonya'ymış arkadaş, beni kahve uzmanı yaptı. Olmayan işi gücü bırakıp da, barista işine mi girsem ne yapsam? Ah ul*n kahve, sen nelere kadirsin kadim dostum! 


Bu da günün videosu olsun. Yemin ederim, videoyu ikinci kez izleyinceye kadar adamın Japonca konuştuğunu anlayamadım. Fransızca nasıl da her dilin önüne geçiyor, hey gidi!


Kapanışı da Fransızca yapalım bari "ne arkadaşlar sevdim ki zaten yoktular"ım; "Ma biyen süüüğğ!!!"




NOT: Bu kahve ile ilgili ilk yazım olmuş olabilir; amma ve lakin kesinlikle son yazım olmasını istemem.


Cuma, Haziran 08, 2012

Pilav makinesinde kek pişirmece! / 炊飯器ケーキ♡

Yüksek mühendis Arşimet'in "Bana yeterli uzunlukta bir sopa verin, dünyayı yerinden oynatayım." minvalinde oldukça beylik bir sözü vardır. İşte bu beylik sözün absürd seyyah versiyon(larından biri)ise şu olabilir: "Bana bir pilav makinesi verin, size dünyayı pişireyim!" Evet dostlar, demokraside asla çareler tükenmez; hele de Japonya'daysanız! Yeri gelir pilav makinesinde kek pişirilir, yeri gelir tost makinesinde gözleme yapılır. 

Daha da abartmak gerekirse "Bir gün bir makine aldım ve hayatım değişti." cümlesini sonuna kadar hakeden bir makinedir pilav makinesi. Tahmin edebileceğiniz gibi, Japonların da olmazsa olmazıdır; zira bu millet her öğünde gohan (ご飯) dedikleri pilavlarını yemezse rahat edemezler. Bizde ekmek ne ise, bu vatandaşlarda da pilav o demektir arkadaşlar. "Eee biz bunları zaten biliyoruz ki, ne demeye lafı uzatıyorsun?" diye soranlar çoğunluktadır eminim lakin burada vurgulamak istediğim şey şu: Adı üzerinde, pilav makinesi pilav pişirmek amacı ile tasarlanmış bir makineceğizdir. Yani içine pirincinizi ve suyunuzu koyarsınız, makinenizi çalıştırır ve yarım saat içinde de pilavınızı alırsınız. Olay budur yani. Zaten makinemiz de şöyle bir aletçiktir:

Fakat efendim, bendeniz bu makinede mercimekli bulgur pilavı mı pişirmedi, makarna mı yapmadı, yumurta mı haşlamadı, çorba mı kaynatmadı? Afedersiniz, makinenin suyunu çıkardım yani. Son vukuatım da kek numarası oldu, millet. He ama kötü mü oldu, çok iyi oldu, çok da güzel oldu bence. Kekten bahsetmiyorum tabii ki, zira bir makineyi amacı dışında kullanırsanız ancak kendinize yetecek kadar bir sonuç alırsınız. Ama Hatice'ye değil neticeye odaklanırsak, neticede makarna da yedim, kek de yedim.

Peki pilav makinesinde kek nasıl yapılır? Bu Japonya'nın bana öğrettiği bir şey varsa, o da pratik olmak her zaman en iyisidir. Dolayısı ile benden öyle alengirli tarifler beklememeniz gerektiğini de anlamışsınızdır. Tek yapmanız gereken, markete gidip bir paket HOT CAKE MIX alıvermek. Bu karışım Türkiye'de var mı bilemiyorum ama bence Japonya'da hayat kurtaran harika ürünlerden biri kesinlikle. İçinde şekeri, yağı ve unu zaten bulunan bu karışımı elde ettikten sonra ise ihtiyacımız olan şeyler yalnızca biraz süt ve bir adet yumurta. Sonrasında bu malzemeleri güzelce karıştırıyor ve makinemizi de çalıştırıyoruz. Hepsi bu! İsterseniz içerisine kuru üzümüdür, havucudur, tarçınıdır koyabilirsiniz. Ya da pankek havası vererek, kekin üzerine nutelladır, maple şurubudur filan dökerek Amerikan kahvaltısı yapabilir, kendinizi Tokyo'nun ortasında adeta birer New Yorker gibi hissedebilirsiniz.

Benim yaptığım keke gelirsek, yenilebilir düzeydeydi. Tabii yanık kokusu alan arkadaşlarım varsa bence onlardan özür dilemeliyim ama neyse. Çayla güzel gitti kek. Denemelerim devam edecek arkadaşlar, havuçlu tarçınlı kek diye diye sayısız kız tavlayan Issız Herif'ten bendeniz Absürd Seyyah'ın nesi eksik, sorarım size?

Tek sorun makinenin otomatik ayarı olabilir, yani normalde pilav için tasarlanan bu makinenin pişiricisi -o ne demekse- kendi kendine atıyor ve ısıtma özelliğine dönüyor. Sizin ise kekin daha fazla pişmesi için -çünkü o tuş attığında kek henüz cıvık kalmış oluyor- mecbur elinizle pişirme tuşunu tutmanız gerekiyor. Ben bir yandan baş ayağımla tuşa bastırırken öbür yandan da arkadaşıma mail yazarak pratikliğin dibine vurdum ama sizin benim kadar iğrenç olmanız gerekmiyor.

Son olarak yazıya ayrı bir tiksinçlik katsın diye sizlere yurt odamdaki masamı göstermek istiyorum. Valla şu resme bakınca ben bile kendimden utandım, eee dedik o kadar dağınık diye, dedim dedim inanmadınız, bak n'oldu şimdi?

Tiksinçlik sınırını çoktan aşan absürd seyyahınız hepinize iyi günler diler efendim! Son sözüm ise şu olsun: "Bana kettle, tost makinesi ve pilav makinesi süper üçlüsünü verin, el kadar odayı otel mutfağına çevireyim!"

Perşembe, Mayıs 31, 2012

Iskocya'dan haberler var!

Dunya harikasi dostlariniz varsa, su hayatta mutlu olmak hic de zor bir is degil! (^O^)


Sevdiklerden uzakta olmanin bir tek guzel yani varsa, o da onlara uzaklardan selamlar ve sevgiler gondermek ve de ayni sekilde onlardan selamlar ve sevgiler almaktir herhalde. Karsilikli ozleme ve ozlenme duygusunun guzelligi. Hatirlama, hatirlanma, unutmama, unutulmama.


Japonya'da bulundugum sure zarfinda, bana cesit cesit mektup, kart, hediye gonderen, benim icin usenmeden bir araba surpriz hazirlayan, bana yazan, beni arayan, beni dusunen butun o harika insanlara ne kadar mutesekkir oldugumu anlatmaya kelimeler yetmez. Iyi ki varsiniz, lutfen hep yanimda olun.

Bahsettigim butun o mektuplar ve kartlar da, haklarinda tek tek yazilmayi hakediyorlar elbette; ama bugunku yaziyi affiniza siginarak gunun kahramani, en eski dostum -kelimenin tam anlamiyla, zira kendisi ile 16 yildir tanismaktayim!!!- Ayse'ye armagan etmek istiyorum:



Kadim dostum Ayse! ♫ 

Nicedir kalbimden de bos olan posta kutumu, bu fevkalade guzellikteki kartpostalla senlendirdigin icin sana ne kadar tesekkur etsem az! Cok ama cok begendim ve evet, tam anlami ile "benlik" bir kart buldugun icin de seni ayrica takdir ediyorum. (^-^)
Her ne kadar Japonya'yi sevsem ve genel olarak burada guzel vakit gecirsem de, seninle yagmurlu Ingiltere topraklarinda gecirdigim 19 gunu hicbirine degisemem! Ve Oxford'a gitmeyi inan cok ama cok istiyorum! (Okumak icin olur, gezmek icin olur, film cekimi icin olur, olur da olur yani! )

Tokyo'da Oxford vardi da; biz mi gitmedik?

Ennnnnn kisa zamanda, dunyanin herhangi bir yerinde bulusmak dilegi ile;
Sana tez zamanda bir mektup hazirlama telasi icinde olmayi planlayan arkadasin Pinar


Bazen Buralarda, Bazen Sirra Kadem Gereksiz Bir Seyyah Bozuntusu-1

Cok ama cok uzun zamandir sesimin solugumun cikmadiginin farkinda olup da; “Nerelerdesin sen ne zamandir? Seni cok merak ettik! Yazilarina hasret kaldik! Seni cok ozledik! Surekli blogunu kontrol ettik, her seferinde de uzuntu icinde sayfayi kapatmak zorunda kaldik! Eski yazilarini donup donup okuyarak kendimizi teselli etmeye calistik! Seni gercekten de cok ozledik...” diyen insanustu varliklar varsa eger, gercekten cok ama cok ozur dileyerek baslamaliyim. Onemli bir kismi teoride elimde olan ama aslinda bir turlu oldurulamayan sebeplerden oturu, geriye kalan kismi ise teknik bir sikintidan oturu; cok uzunca bir sure, resmen uvey evlat muamelesi gosterdigim lakin hicbir sucu yahut gunahi olmayan bu blogcugu ihmal ettigim icin gercekten de cok uzgunum.



Hemen cidden elimde olmayan teknik zimbirtiyi aciklayayim: Hayatta hoslanmadigim bir araba sey vardir; bunlardan bir tanesi de bilgisayarda ya da telefonda Turkce klavye kullanamadigim icin Turkce karakterleri de kullanamayarak biricik anadilimi eksik gedik kullanarak yazmaya calismaktir. Iste tam da burada gerceklestirdigim bu can s1kici mevzuunun sebebi, benim de bir suredir blog yazamama sebebimdir dostlarim. Laf salatasini bir kenara birakirsak; 5 yillik hayat arkadasim, iyi gunumde kotu gunumde hastaligimda sagligimda yanimda olan, sirlarimi paylasan, alkisi duyan ihaneti goren biricik bilgisayarim, sag kolum Datron'um sizlere omur... =( Elin memleketinde, birdenbire ekran karti yanan sevgili bilgisayarimi hasret ve sevgiyle aniyor, elalemin Mac'inin, Vaio'sunun, Alienware'inin onun yerini asla ama asla tutamayacagini da uzuntu ile eklemek istiyorum.



Ve yogun istek uzerine, binbir zorlukla aldigim ama cok sukur -simdilik- yuzumu kara cikarmayan minik Sony Vaio'm Suphi ile tanistiriyorum sizleri:





Cici ayicigim Fiko ile iyi anlasacaga benzerler ama bakalim. Hep beraber masallah diyoruz arkadaslar, evet bir Mac degil ama benimki de kendi capinda iyi kotu bir makine iste. Ah ama Datron'um onun yerini kimseler tutamaz... (yeter artik!!!)



Gelgelelim fasulyenin faydalarina... diyebilirdim fakat ne yazik ki insanlar benden bilimsel yazilar ya da pratik konular degil, akil almaz maceralar, bin bir gece masallari filan bekliyor... Keske size beklediklerinizi verebilecek kapasitede biri olabilseydim! Simdi hakli olarak basta siz gozumden sakindigim, canimin bir parcasi olan okurlarim; sonra da bendeniz sormaz miyiz: “Bunca zamandir Japonya'lardaydin, bir haltlar yapmissindir herhalde, dokul hemen bakalim!” diye? Sorariz ve hatta sormaliyiz. Peki cevap alabilir miyiz? Elbette alabilirsiniz cankuslar; fakat bu cevabin sizin istediginiz ya da beklediginiz cevap olma olasiligi bir hayli dusuk.

Blog yazarini aksine, akliselim insanlarin anlayabilecegi bir bicimde soylersek, Japonya'da bulundugum bunca zaman, hadi hafifletelim, blogdan uzaklarda gecirdigim sunca zaman icinde ne yazik ki anlatmaya deger herhangi bir gelisme yasamadim. Hem maceralar hem de masallar yalan oldu anlayacaginiz... Gecenlerde bir arkadasim da bam telime dokundu tabiri caizse “Eee ne var ne yok dostum?” diyerek. “Ne var ul*n bu soruda, normal insanlar olarak bizlerin gunluk hayatimizda s1k s1k kullandigimiz bir soru cesidi iste!?” seklindeki isyaniniza hak veriyorum ama siz de bana hak verin lutfen: Insan hayatinda bekledigi gelismeleri goremeyince ya da bu tur gelismeleri gosteremeyince, buluttan nem kapar hale gelebiliyor. Sozun ozu, hayatimda bir gelisme yok anam babam, durum bu kadar vahim anlayacaginiz.  

FOBvari bu yazi icinse hepinizden tek tek ozur dilerim. Ve lutfen birisi su bilgisayara Turkce klavye yuklesin bir an once yoksa zaten kirk bin zorlukla gelen yazma sevkim bir daha gelmemek uzere uzay bosluguna ucuverecek!

Alakaya hiyar tursusu, gel bize bazi bazi: Ne zamandir su ikilini hasretini cekiyordum bir bilseniz, a dostlar!
Sicak yaz gunlerinde guzel maden sulari icmeyi ihmal etmeyin, e mi dostlar?


NOT: Su iki satirlik yazi ve iki tane kiytirik fotograf ekleme islemi icin neler cektigimi bir bilseydin Datron'um, ah benim kadim dostum ah .... Alamiyor kimseler yerini!

Cuma, Nisan 20, 2012

Sabah Serinliginin Ülkesi: Güney Kore (대한민국) -1

(Önemsiz ama okunası bir not: İşbu yazı, yazımına 15 Nisan Pazar günü başlanıp 20 Nisan Cuma günü bitirilmiş bir yazı olduğundan, yazının içindeki bazı tarih yanlışlarını, anlam kaymalarını, üslup bozuklarını vs. görmezden gelmeniz önemle rica olunur, hatta yalvarılır bile icabında.)




Kısaca
"03.04.2012 Salı 13.50 Tokyo/Narita Seoul/Incheon 16.20
08.04.2012 Pazar 11.10 Seoul/Incheon Tokyo/Narita 13.40"

olarak da özetlenebilecek, kısa ama hoş ve benim için elbette ki oldukça önemli Seul gezimiz ile ilgili yazının ilk ayağına başlamış bulunuyoruz, bütün insanlığa yararlı olmasını dileriz. Öncelikle gördüğünüz gibi sade ve sadece görünürde 6, gerçekte ise 4 gün sürebilmiş bir gezimiz var. Ama gene de Seul'ün en önemli ve görmeyi arzuladığım pek çok yerine gittiğimi ve oldukça da güzel vakit geçirdiğimi söyleyeceğim de korkuyorum, nazarlara filan gelirim maazallah zaten gelmişim geleceğim kadar ya neyse. (Arkadaşım hani kişisel hedelerini yazmayacaktın buraya!?!?!?!?!?) 

Tokyo'dan Seul'e Korean Air ile uçtum ve doğruyu söylemek gerekirse çok da memnun kaldım. Herkese de tavsiye ederim. Tokyo'dan Seul'e uçmak yaklaşık 2 saat alıyor ve bilet fiyatları ise 200-300 dolar civarında. (Gidiş-dönüş) Elbette çeşitli kampanyaları yakalama şansınız var; özellikle çok ballı bir insansanız 100 dolara gile bilet bulabilirsiniz. Tabii burada bendenizden bahsediyorsak, bal, şans, talih vs gibi kelimeleri lügatimizden çıkarmamız daha akıllıca olur.

Türkiye için soruyorsanız da, açıkçası pek bir bilgim yok. Tek bildiğim biletlerin inanılmaz pahalı olduğu. Arada Seul kampanyaları filan görüyorum, umudunuzu kaybetmeyin, herkes bir Yasampinarim değil şunun şurasında. (Şans bakımından elbette.)

Narita Havaalanı'ndaki heyecanlı ve umutlu bekleyişim. (Narita Havaalanı, Tokyo'ya yakın Chiba isimli bir şehirde yer alıyor ve benim bulunduğum yerden Narita'ya ulaşmak 1,5-2 saat alabiliyor.) 9. uçuş benim arkadaşlar. Gördüğünüz gibi aynı sadece 11.40-14.15 arası Seul'e 7 uçuş var! Varın siz anlayın Japonların nasıl da bakkala çakkala gider gibi Seul'e gittiğini.

 Uçakta verilen yemek. Açıkçası ben 2 saatçik bir uçuş için yemek vereceklerini bile düşünmemişken böyle bir menü ile karşılaştığınca çok sevindirik oldum. Ne yazık ki dönüşte verilen yemeklerle büyük bir hüsrana ve mide bulantısına uğradım ama olsun, buna şükür.

 Ve Incheon'a varış. Valla çektiğim resimden bir cacık olmaz ama en azından bir havaalanı olduğu anlaşılıyordur diye umuyorum. Incheon Seul'ün ikinci havaalanı, daha eski olanı ise Gimpo Havaalanı imiş. Lakin tabii Gimpo yetmemiş bir zaman sonra -malum dünya küçüldü, artık millet (parası & şansı & fırsatı olan millet) Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçermişçesine Los Angeleslara, Ho Chi Minhlere, Seullere, Tokyolara filan gidiyor- ve uluslararası uçuşlar yeni yapılan Incheon'dan yapılır olmuş. Tıpkı Tokyo'nun Chibası gibi, Seul'un Incheon'u (İnçon diye okunuyor imiş) da ayrı bir şehir olan Incheon'da yer alıyor ve şehir merkezine gitmek 1,5-2 saat sürebiliyor.  Havaalanından istediğiniz yere gitmek ise hiç zor değil, ben arkadaşımın direktifleri ile havaalanından kalkan otobüslerden birine binerek kolayca yolumu buldum.

Mesele Seul'un ulaşımına gelmişken, bu konuya değinerek devam edelim o halde: Seul'de ulaşım çok RAHAT. Hemen her yere ulaşan harika bir metro sistemleri var elemanların, ne Tokyo'nun kaotik metro-tren karmaşası gibi ne de İstanbul'un var ile yok arası tramvay-metro bilmemnesi gibi. 


 40 farklı hatta sahip Tokyo karmaşası. Bu haritada hatların önemli bir kısmının da haritada gösterilmediğini belirteyim de abarttığım sanılmasın.

 Hatlarına "1-2-3.." gibi kolay isimler koyan, transferlerde müzikli anons yapan, iş giriş ve çıkış saatleri dışında çoğu zaman oturabileceğiniz, sonu görünmeyen kuyrukları olmayan canımın içi Seul metrosu. Bu kadar övgüden sonra bana üç beş won vermelerini bekliyorum, bakalım.
 Hayal olan İstanbul metrosu. Evet, hayal gibi hatta hayalin ta kendisi zira İstanbul'da böyle bir metro yok arkadaşlar. Şu haritada gösterilen hatlardan herhalde üçü ya da dördünü gerçek hayatınızda görebilirsiniz. Ya da benim İstanbul'da bulunmadığım süre zarfında (26 gün) mucizeler meydana gelmiş olabilir. "Gerçekçi ol, imkansızı iste" der bir İstanbul atasözü. (?)

Metro ile bir yerden bir yere gitmek yeterince kolayken, sevgili Seul belediyesi birçok otobüs hattı da koymayı ihmal etmemiş. Ben Seul'de bulunduğum süre zarfında genelde metroyu kullandım, otobüsler metroya göre her zaman daha karışıktır çünkü. Zaten dediğim gibi metro Seul'ün dört bir yanına gidiyor. Biraz metroya alışırsanız ve elinizde de şu yukarıdaki haritadan bulundurursanız; tek başınıza gidemeyeceğiniz yer yok. Zaten anonslar İngilizce de yapılıyor, hat değiştirmeniz gereken yerde anonsa müzik giriyor, istasyonlarda her şey hem İngilizce hem Korece güzel güzel yazılmış, ok işaretleri ile filan gösterilmiş oluyor. Yani Seul'de seyahat etmek ÇOK HOŞ bir aktivite millet! 

Gene de, işlerinizi kolaylaştırması açısından Seul'e gidecek olanlara Hangeul (Kore alfabesi) öğrenmelerini tavsiye ederim, duraklar Latin alfabesi ile de yazılmış olsa da dükkanlarda filan o kadar Latin alfabesi bulamayabilirsiniz.

Gelgelelim, Seul ile ilgili genel izlenimlerime... Öncelikle sevgili okurlarım, özellikle de Kore sevdalısı okurlarım, sizi uyarayım: Rica ediyorum Seul ile ya da Güney Kore ile ilgili BÜYÜK HAYALLERe, YÜKSEK BEKLENTİLERe falan kapılmayın. Hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu uyarıyı yaptıktan sonra Seul'u kötüleyeceğimi düşünenler ise yanılıyorlar; zira ben Seul'u sevdim, beğendim. Fakat öyle filmlerde, dizilerde vs. gördüğünüz gibi cafcaflı, ışıl ışıl bir Seul de beklemeyin. Ya da dört bir taraftan süper yakışıklı, mükemmel giyimli kuşamlı erkekler, bıcır bıcır şirinlik abidesi kızlar çıkmasını falan da beklemeyin. Ben bile o kadar beklentisiz gitmeme rağmen, Seul'ü biraz sönük buldum. Yani gökdelenlerden, ışıl ışıl sokaklardan falan etkilenmek isteyen aradığını Tokyo'da, tarihi dokudan, mis gibi denizden filan etkilenmek isteyen ise aradığını İstanbul'da bulurken, bunları Seul'de pek de bulamazsınız. (Bu yazı hangi ara "karşılaştırmalı Tokyo-İstanbul-Seul yazısı"na döndü; onu da anlayamadım ya neyse artık.) Tokyo ve İstanbul'un yanında sönük kalsa da, bana göre bu iki şehri de yaşam kolaylığı bakımından sollayacak bir şehir olan Seul, griliği sebebiyle Ankara'ya benzetilebilir belki ama Ankara benim dünya üzerindeki -belki de- en sevdiğim şehir olduğundan böyle bir benzetmeyi ben yapmayacağım. 


Türk forumlarında ya da sözlüklerde Kore ile ilgili yazıları okursanız, en çok şikayet edilen şeyin sokaklardaki ağır koku ile Kore yemekleri olduğunu görürsünüz. (Yemek ve koku zaten birbiri ile direkt bağlantılı iki unsur olduğundan, bu iki şikayet gayet de mantıklı.) Genelde bana gelen sorular da zaten yemekler ve sokakların kokup kokmadığı ile ilgiliydi. Açıkçası ben Seul sokaklarında hiçbir kötü koku ile karşılaşmadım. Kokunun daha çok alışkanlık ve biraz da psikoloji ile ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum, zira Tokyo'ya ilk geldiğim günler de bana her şey kokuyormuş gibi geliyordu, oysa şu anda öyle bir durum yok. Ayrıca başkalarından da Tokyo ile ilgili böyle bir duyum almadım. Ama Seul'de hiçbir şey kokuyormuş gibi gelmedi bana. 


Yemek konusunda da aynı şey geçerli aslında, her şey alışmakla ilgili ve biraz da psikolojik. Tabii kişinin kendi damak zevki ve midesinin neleri kaldırabileceği de ayrı bir etken. Açıkçası ben her kültürün mutfağına saygılıyım, değişik tatlara ise -biraz fazla- açık bir tipim. Zaten seyyah olacaksan, farklı tatlar peşinde de koşacaksın (der atalarımız.) Yani yok ahtapot yemem, yok yosun çorbası içmem, yok turşu sevmem, yok tatsız tuzsuz pilav istemem diyorsanız; Kore'de ağzınızın tadının bozulacağının garantisini verebilirim.
Ki bilumum yiyecekleri denemiş ve de sevmiş olan bendenizi bile Kore yemekleri açmadı. Yani koku konusuna katılmasam ve yemek mevzuunu da abarttıklarını düşünsem de; Kore mutfağının Türk damak tadına çok da uygun yemeklerden oluşmadığını kabul etmek gerek. Her öğünde bir kimchi ile pirinç muhabbeti var ki, ikisini de sevmeme rağmen beni bile baydı. Tabii bunda, bulunduğum konum ve şartlar dolayısıyla binbir çeşit yemek tadamamamın da etkisi büyük olabilir. Ama genel olarak yediklerimin içinden en çok "bibimbap" adı verilen, çeşitli sebzelerin pirinç ile karıştırılıp üstüne de yumurta kondurulmasından müteşekkil yiyeceği sevdim sanırım. Bibimbap fotoğrafından bir önceki fotoğrafta ise masaya getirilen çeşitli mezeleri görmek mümkün; evet Kore'de en kıytırık restoranda bile önünüze üç beş çeşit meze, en azından bir kaç çeşit turşu (kimchi) gelir. "Bedava sirke baldan tatlıdır." kafasında bir insan olduğum için, her mekanda ayrı bir mutluluk yaşamadım desem yalan olur.  






Burada kimchi meselesini biraz açmak yerinde olabilir. Muhtemelen şu yazıyı okuyacak olan dostların neredeyse hepsi mesele Kore olunca benden kırk kat daha fazla bilgi sahibidir; ama madem naçizane  bir tanıtım yazısı hazırlayalım dedik, o halde bildiğimiz her şeyi karınca kararınca paylaşacağız. Kimchi, Kore mutfağının vazgeçilmezi olan bir yiyecek, adeta Türk mutfağının ekmeği gibi. Bir çeşit turşu diyebiliriz fakat aklınıza bizim turşular gelmesin. Kimchi, sarımsağı fazlaca olan, genelde de acı bir turşu. Lahana, ıspanak, turp en fazla yenilen çeşitleri benim gördüğüm kadarı ile. Eski bir Kore atasözüne göre -demek istiyorum ama dersem sallamış olacağım- her gün kimchi yersen asla hasta olmaz, hekim yüzü görmezmişsin. Buna yürekten inanan Koreliler de abartısız her öğünde bayıla bayıla kimchi yiyor. Restoranlarda önünüze ilk getirdikleri şey de, haliyle sıcacık tırnak pidesi değil lahana kimchisi oluyor. Kimchiniz bittiğinde, yerine hemen yenisini getiriyorlar. Sık sık da "daha kimchi ister misiniz?" diye soruluyor mekanlarda. Ben Koreli bir ailenin evinde kalma şansına erişebildiğim için ev yapımı kimchi de yedim, sevdim de diyebilirim. Ama özel olarak alır yer miyim, ya da "aahh bir kimchi olsa da yesek!" diye iç geçirir miyim- korkarım hayır. 


Ve nihayet zurnanın zırt dediği yere de geliyoruz, fakat bir sonraki yazıda. Çünkü bu yazının yayınlanma süresi gitgide uzuyor, uzadıkça yazı da uzuyor, yazı uzadıkça okur azalıyor, okur azaldıkça da ben üzülüyorum.


Bir "trailer" da verelim bari:




Seul'de Gezilesi-Görülesi Mekanlardan Bazıları: Gyeongbokgung, National Folk Museum of Korea, Insadong, Myeongdong, Itaewon, Changdeokkung, Bukchon Hanok Village, Yeuido, Gangnam, Hangang, 63 Building. Bunlar benim gittiklerim. Gidemediklerim ise, Namdaemun, Dongdaemun, Seoul Tower, War Memorial of Korea, Teheranno. Bir dahaki sefere artık, inşallah, olursa.




Pazar, Nisan 15, 2012

お知らせ: Yaşampınarım Seul'e gidip geldi!

"Tamam anladık; daha kaç kez bunu tekrar edeceksin!" diyenlere: Ben asıl kendime hatırlatmaya çalışıyorum be dostlar! Evet inanılır gibi değil ama sadece 1 hafta, 7 gün, 173 saat (artık saniyesini, dakikasını da siz hesaplayıverin lütfen) önce Güney Kore topraklarındaydım. Sonra 11.10 uçağına binip saat 13.30 gibi Tokyo'ya dönmüştüm maalesef. Maalesef diyorum çünkü kalbimin bir kısmını da Seul'de bıraktım. Zaten şu sıralar seyyahlık hepten ağır gelir oldu bana; -"He sanki çok geziyorsun, çok bir halta yarıyorsun da konuşuyorsun?!" diyenlere saygım sonsuz elbette, katılıyorum size hatta!- gittiğim her yerde kalbimin bir parçasını da bırakıyorum sanki. Böyle azala azala biteceğiz dostlar, sakin olun.

İşte Seul'den ayrılışıma alıştığım şu zamanlarda, yazmanın da hepten zorlaşmasını anlayışla karşılamanızı rica edeceğim; zira biliyorsunuz ben tayfunlardan kaçıp da duygularına yenilen garip bir kulum. Her neyse, saçma sapan mükemmeliyetçiliğim, çevremdekilerin yüksek beklentileri, en önemlisi de kendi kendime verdiğim sayısız sözler ve yaptığım gerekli gereksiz planların etkisi ile Kore yazısının yalan olmaması için elimden geleni yapıyorum. İlk olarak iki ayrı yazı yazmayı düşündüm: Birisi daha genel, bir gezi rehberi havasında olacak (diyor), ikincisi ise daha kişisel, "ah bilseniz başıma neler neler geldi dostlar!" tadını yakalamayı hedefleyecek.(miş.) Hadi bakalım!

 

Salı, Nisan 10, 2012

ただいまー!Ve ben döndüm Japonya!

Günaydın arkadaşlar. -Sağol!
Nasılsınız?- Sağol!
Siz de sağolun.

Evet ne idüğü belirsiz girişten de anladığınız üzere, sittin gündür -yalan da değil en son şuraya bir şey karalayalı zorlasam 60 gün olacakmış yani- savsakladığım sözde "gezi" bloğuma ne yazacağımı, daha doğrusu ne tür bir giriş yapıp konuyu ne tür bir mevzua bağlayacağımı bilemiyorum. Eyvallah, ben suçluyum da zamanın hiç mi suçu yok? Hangi ara Şubat geldi, ben Malezya ve Singapur'a gittim, sonra Japonya'ya döndüm, 3 gün sonra da Türkiye'ye gittim? Nasıl oldu da Türkiye'de 26 gün kaldıktan sonra Japonya'ya yeniden döndüm de 1 hafta sonra da Güney Kore'ye gittim? Ne zaman Mart da bitti de Nisan geldi? "Ekspres gibi geçiyor güzel günler" dostlar, durduramıyoruz.

Ve böylelikle başarıyla sittin günün özetini de geçmiş olduk, gelsin mi tebrikler bana? Fekat bu özet sizi tatmin etmez, hele beni İMKANSIZ, o halde şöyle anlatayım: Tam da Leyla ile Mecnun dizisindeki Fuzuli misali, Evliya Çelebi de benim rüyama girip: "Sen tasını tarağını topla evine dön, bu bloğu da mümkünse ebediyyen kapalı tut, seyyahlık istidadı yok evladım sende be!" diyerek kulağımı çekecekken, kaderin harika cilveleri ile kendimi yollarda buldum. Toplamda yaklaşık 19168 mil yani 30848 kilometre yol tepmişim! (Elbette ki uçakla. Bisikletle filan sıkar biraz.) Bunların hepsi tek tek anlatılacak elbet diyeceğim ama bu söylediğime ben bile inanmıyorken sizin inanmanızı nasıl bekleyeyim?

Arada biraz da Japonya'dan bahsetmemek olmaz, ne de olsa bu blog Japonya aşkına açılmış bir blog idi zamanında dostlar. 22 Şubat günü gittiğim Türkiye'den 19 Mart tarihinde dönerek Tokyo'ya vardım. Tokyo'da bir gelişme yok, okul yeni başladı. Millet bu ara kafayı sakura denilen kiraz çiçeği ile bozmuş durumda ki; bunda da şaşılacak bir şey yok; zira şunu bilmelisiniz ki Japonlar festivallere, doğasal -doğal demek istemedim-, mevsimsel aktivitelere filan bayılırlar. E n'apsın adamlar, yok ki memleketlerinde bir aksiyon, bir atraksiyon. "E madem dört mevsimimiz var, bunun tadını çıkaralım; hatta gün olur suyunu bile çıkarabiliriz!" diye düşünerekten her mevsim için binbir çeşit aktiviteler içindeler böyle. Henüz hanami yani çiçek seyrine çıkamadığım için, bu ilginç festivalle ilgili de daha fazla laf etmeyeceğim ama Japonya'da bu sıralar durum budur işte arkadaşlar.

Bu arada ben de her mevsimi severim, hele sonbaharı nasıl severim, sonra festivaldir, çiçektir, böcektir onları da severim. Japonya'yı ve Japonları da severim. Yanlış anlaşılma olmasın. (Ya da olsun be, açarız mevzuu bir ara, hatırlatın ama.) 


Araya bir de çerez niyetine Japonca dersi koyup başlığımızı açıklayalım: ただいま(tadaima) sözcüğü aslen "şu anda, işte şimdi, an itibariyle" anlamına gelir. Ayrıca evinize, memleketinize filan döndüğünüzde de kullanırsınız ki; bu da 「ただいま帰りました!」(tadaima kaerimashita) cümlesinin kısacasıdır. Yani "Aha da döndüm!" ya da daha Türkçe bir ifade ile "Ben geldim!" manasında kullanılan bir kelimemizdir tadaima bu bağlamda. Karşılık olarak ise 「おかえり!」(okaeri) kelimesi telaffuz edilir ki; asıl anlamı "dönüş" (o-kibarlık, kutsiyet vs gibi bilumum anlamlara gelen önek; kaeri-dönmek, dönüş) olan bu kelime de "Hoş döndün!" ya da daha Türkçe olarak "Hoşgeldin!" anlamında kullanılır. E artık gide gele, gide gele -boru değil, 3 kez gidip döndüm Japonya'dan- adeta bir vatanım haline getirdiğim Japonya'ya gelirken, ben "Tadaimaaaaa!" demeyeyim de kimler desin? Biri de hayrına "Okaeri!" desin bari.

Bu arada sürekli "siz, dostlar, kardeşler, okurlar, cankuşlar vs." gibi sıfatlarla kendisine hitapta bulunduğum bu bloğun takipçileri eskiden vardıysalar bile bence artık yokturlar, zira "Absürd bir seyyahın trajikomik seyahat anıları" bloğu hakikaten yalan oldu gibi oldu. Ama ümit etmekten vazgeçmeyelim dostlar (bak yine çoğul konuştu!), beklediğimiz gemiler, gelecekler ve de dönecekler. 

Yokohama sahillerinde bekliyorum, her zaman yollarınızı gözlüyorum cankuşlar.
 

Çarşamba, Şubat 22, 2012

行って来まーす!İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Tokyo şehri!

Bu yazıyı havaalanından yazıyor olmamın bana ve bloğuma karizma kazandırması umuduyla insanlığa sesleniyorum:

Su anda Narita Havaalanı'nda bekleme salonundayim ve inşallah 10 dakika sonra uçağa geçiş yapacağım. Yanıma bütün kaybolan umutlarımı, kırılan hayallerimi, derin duygularımı ve eksantrik düşüncelerimi de alarak; hasretle, özlemle, endişe ve heyecan arası mideme oturmuş olan her neyse o şeyle ve 3 saatlik uykuyla, 1 aylığına Tokyo'ya veda ediyorum.

İstanbul'un beni özlediğini hiç sanmasam da, İstanbul'a uçuyorum.

Artık ben gider oldum, Tokyo da kalsın sizlere!

İnşallah kazasız belasız uçuşlar, güzel günler, yenilenen umutlarla görüşmek üzere.

いってきます!(Gidip geleceğim)

Salı, Şubat 07, 2012

Sevgililer günü Japonya'ya fazlaca erken geldi: 愉快バレンタインデー!

Yüzyılların müzmin bekarı seyyahınız YasamPinarim yine karşınızda!

"Müzmin bekar" kelimesini özellikle kullanmamın sebebini başlıkta arayınız dostlar, yani demem o ki; "Sevgililer Günü" isimli hedenin bende çağrıştırdığı ilk şey, elbette kendi müzminliğim, bekarlığım. Amma ve lakin, seyyahın da makbul olanı bekar olanıdır. Böylece konumuza giriş yaptık, hayırlı ve de uğurlu olsun!!!


Elbette ki yalnızlık ömür boyu fakat konumuz yalnızlık değil de Japonya olduğundan, kısaca Japonya'daki sevgiler günü merasiminden bahsetmek gerekiyor olabilir. Japonya'da, sevgililer günü oldukça büyük bir fenomen.  Sevgililer gününün en önemli olayı ise çikolata. Markette gerek sevgililer günü için özel olarak paketlenmiş hazır çikolatalar olsun, gerek el emeği göz nuru çikolata vermek isteyenler için imal edilmiş kalıplar, hediye paketleri vs. olsun binbir türlü ıvır zıvır var.Taa sittin gün öncesinden de bu  ıvır zıvırlar dükkanlardaki yerlerini alıyor. Bu önemli (?) günde elbette ki ahbaplarınıza, iş arkadaşlarınıza, aile efradınıza filan çikolata verebiliyorsunuz; fakat günün asıl bombası elbette hoşlanıp da açılamadığınız, ufaktan ufağa -ya da açıktan açığa da olabilir- yazdığınız, yazıldığınız elemanlara çikolata vererek unutulmaz bir ilan-ı aşk etmeniz. İşin hoş kısmı ise şu: bu atılımı biz dişi tayfası yapıyoruz. "GERÇEKTEN Mİ?" diye şaşıranlarınız olabilir; ama bana kalırsa oldukça hoş bir bakış açısı bu, tamamen yeni bir konsept. Kızların aşk itirafında bulunmasını sonuna kadar destekliyorum; bu sebeple de Japonların biraz fazla abarttığını düşünmekle birlikte; sevgililer gününe getirdikleri bu farklı havadan da hoşlanmıyor değilim. Hatta ve hatta hazır buradayken, ben de saçma sapan isyanlara geleceğime hoş bir atılım gerçekleştirsem fena olmaz gibi. (Bunu yazmamışım gibi davranıyoruz.)



İşte teeee ocak ayında gördüğüm bir takım ıvır zıvırlar. Bunların milyon türlüsünü bulabilirsiniz şu anda, malum beklenen gün geldi çattı neredeyse!


Sanal alemden gördüğüme ve okuduğuma göre, Tokyo'nun Narita'sı (havaalanı olan) da sevgililer gününü unutmamış, sevenlere, sevilenlere, hoş bir atraksiyon hazırlamış. Yukarıda, benim çekmediğim resimde gördüğünüz bu cicili bicili kalp şeklindeki kartlara güzel sevgililer günü dileklerinizi döşeyebiliyormuşsunuz. Sonra da bizim Telli Baba misali Narita Babaya bu kartları asıyor, sevginizi dünyaya haykırabiliyormuşsunuz. (Ya da en azından şu sıralar yolu Narita'ya düşenlere.) Sevgililer günü geçtikten sonra da bu kartlar Tokyo'daki bir tapınağa götürülecekmiş. Bu olayı kaçırmamalı idi de yollar uzak, cepler delik, kalpler kırık. Âh ki ne âh. (Mevzu buraya nasıl geldi, biri hayrına açıklayıverse keşke.)
 




Şimdi başka "âh ki ne âh"lık bir meseleye gelelim. Sevgili evlere servis (?!) seyyahınız da, elbette, Japonya'daki sevgililer günü dalgasından nasibini aldı, hayatındaki ilk sevgililer günü "çukulatasını" kaptı! Buraya kadar her şey çok güzel, çok hoş amma işte sevgililer gününden yana gram talihi olmayan bu vatandaşın, dünyalar tatlısı çikolatasının muhteviyatında yer alan LİKÖR(洋酒・youshu) sebebiyle, hevesi GENE kursağında kaldı! (Alkol tüketmiyorum dostlar.) Mecbur, pek çok şeye uzaktan baktığımız gibi (bugün çok imakar gördük seni?) bu cânım çikolatalara da uzaktan baktık a dostlar. Bunun üzerine dünyadaki "Bütün likörler yerin dibine girsin, sevgililer günü de ölsün uleeeennnn!!!" diye bağırmak geçmedi değil içimden.






Burada ise yukarıda anlattığım aşamaların nasıl geliştiğini gösteren hoş bir animemiz var. 魔法のチョコレート (mahou no chokoreeto) yani Sihirli Çikolata isimli bu mini animemizde küçük kızımız yakışıklı futbolcumuza yanık, bir de bunun gazcı arkadaşı var -ki dostlar başına-, bu kızı sevgililer gününde bir atılım yapması için gaza getiriyor bu arkadaş ve sonrasını da lütfen izleyin.




Yukarıdaki manidar videonun Japonya ile de seyyahlık ile de en ufak bir alakası olmamasına karşın, yukarıdaki animenin aksine, durumuma daha uygun bu videoyu paylaşmakta bir beis görmez ve hepinize mutlu sevgililer günleri dilerim. Hatta Japoncasını da söyleyelim: Yukai Barentain Dei! (愉快バレンタインデー!) (Evet, bizim İngilizce Valentine's Day'in Katakanacası) Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz canım okurlarım!

Salı, Ocak 17, 2012

Seyyah nihayet siftahı yapabildi! : Kyōto (京都), Ōsaka(大阪), Nara(奈良)

Picasa Web Albümleri'mden:
Kyoto için buraya
Osaka için şuraya
Nara için ise oraya bağlanabilirsiniz, güzel olur, şükela olur.

Havanın 5° olduğu, karsız, ya da kârsız bir günden, Tokyo'dan selamlar, muhabbetler ♪

"Senin yazacağın bloğun içine ben turp sıkayım, o da yetmez biraz da pul biber dökeyim!" diyerek bana ayar verecek olan bütün takipçilere katılıyorum. Hepiniz haklısınız, yaşayın, varolun.

"Seyyah bozuntusunun yaptığı siftah da ne ola ki?" diye düşünenlerin merakını giderelim: Cânım ülkemizde olmayan ama neredeyse yaban ellerin hepsinde bulunan "kış tatili" (Aralığın sonu- Ocağın başı) ismi verilen uzuuuuuun tatilden bendeniz de nasibini alarak kendini yollara vurabildi! Şu memlekete geldim geleli şehiriçi aylak aylak dolaşmaların dışına çıkamamış olan bu zavallı gurbetçi için oldukça büyük bir yenilik bu elbette, zavallı olmayan gurbetçiler zaten gününü gün ederken, gurbetçi bile olmayan şerbetli insanlara gelince.... gelmesek daha iyi ola mı ki acaba?

Bünyemin alışık olmadığı kış tatilinin ilk birkaç gününü bünyemin oldukça alışık olduğu bir takım eylemleri yaparak geçirdim. (Mesela? diye soranlara Aylaklık? diye cevap vermek yüreğimi pare pare eyliyor.) Aralığın 30'unda ise, bir süredir planladığımız 5 günlük seyahatimiz için yollara düştük. Kiminle yolculuğa çıktığım konusunu da açalım. Bilmem farkında mısınız ama atalarımız oldukça aklıselim imiş bizim ki böylesi yerinde laflar edebilmişler: Birini tanımak istiyorsanız onunla tatile çıkın. Bense 5 kişiyle tatile çıkarak önemli bir tanışma faslının içinde buldum kendimi. Yalnız yolculuğa çıktığım insanlardan ziyade kendimi tanıdım desem yeri, o nasıl bir huysuzluk, o nasıl bir münzeviliktir ki 5 kişiyle yaşamak bana bütün o koşuşturmadan daha fazla yorgunluk verdi. Birlikte yola çıktığım kızlar oldukça şirin olmakla beraber, yalnızlığa alışmış bu bünyeye o kadar şirinlik de fazla geldi. Aklımı kaçırmadan ya da birini fırçalamadan seyahati tamamladığım için şükretmeliyim sanırsam.

Seyahatimize başlayalım: 30'u akşamı "night bus" adı verilen araca binmek için Shinjuku'ya gittik. Bizdeki gibi bir terminal, efendim otobüs durağı filan bekliyorsanız yanılıyorsunuz; tam tersi bizde artık olmadığı söylenen çığırtkanlar ortalıkta dolaşıp otobüslerin ismini söyleyerek yolcu topluyorlardı. Zaten ilk dumuru bu karışıklık anında yaşadım, "eyvahlar olsun" dedim içimden "bir hayal kırıklığı sesi duyuyorum galiba!"



Ve beklenen hayalkırıklıkları üçer beşer gelmeye başladı! Night bus denilen olaydan başlayayım: Gecenin 12'si gibi yola koyulan bu otobüs, yolcularının uyuya uyuya istedikleri yere gitmeleri için var: Yani perdeler çekili, ışıklar kapalı, üzerinde battaniye, arkanızda yastık, tıngır mıngır ilerliyorsunuz. "Eee bunun nesi kötü ki?" diye soranlara cevabı da yapıştırayım: Arkadaşlar, benim için önemli olan varılacak durak değil gidilecek olan yoldur, yani o yolculuk halidir. Hatta ve hatta kendimi en huzurlu hissettiğim zamanlar -eğer midem bulanmıyorsa, bir yere yetişmem gerekmiyor ya da ihtiyaç molasına çıkmam gerekmiyorsa- yolculukta geçirdiğim zamanlardır. Uçak olsun, otobüs olsun, tren olsun; camdan dışarı bakmak, özellikle geceleri kulağımda müziğim, zihnimde tatlı düşüncelerim ve hayallerimle yollar katetmek, benim için anlatılamaz bir mutluluktur. Fakat bu gece otobüsü denilen zımbırtı ile bu ufacık mutluluğum bile elimden alındı! Otobüsün tıklım tıkışlığı, koltukların rahatsızlığı ve karnımın açlığı da hepsinin üzerine wasabi oldu, soya sosu oldu.




Nerede bizim cillop gibi otobüslerimizde verilen çayı kahvesi, nerede mola verilen o ferah mekanlar? Mola verilen yerde hamam gibi kaynayan otobüsten kendimizi dışarı zor attık. Aa, evet otobüsün dayanılmaz derecede sıcak olduğundan ve benim de içimi adeta cayır cayır yakan bir kazağım olduğundan bahsetmemiştik. Muhtemelen 0° civarı bir soğukta buzlu kakao içmemin nedeni de budur. Yalnız kendi kendine içeceği hazırlayıp size sunan ve bunu görüntülü bir şekilde gerçekleştiren içecek makinesi harikaydı, Japon otobüslerini öldür, Japon teknolojisinin hakkını yeme.


"Eee, bu kadar şikayet edecektin madem, ne demeye o çok övdüğün Japon teknoloji harikası hızlı tren (Shinkansen)lere binmedin?" diyerek kendince bana akıl vermeye çalışan okurlar elbette yoktur ama gene de hızlı tren fiyatlarından bahsedelim de millet gerçeklerle yüzleşsin. Hızlı tren ile Tokyo'dan Kyoto'ya gitmek sadece 2 saat 20 dakika alıyor, otobüsle ise yaklaşık 7 saat. Buraya kadar her şey güzel. Şimdi de fiyatlara gelelim; otobüs ile gidiş-dönüş Türk parası ile 150 lira civarında iken; hızlı trenle sadece gidiş parası en ucuz ihtimalle 300 lira civarında. Eee, para konuşuyor hemşehrim, dünyanın düzeni bu. Belki keser döner sap döner, benim de talihim döner de shinkansenlerden size selam çakabilirim bir gün, inşallah.



Yukarıdaki resim, yolculuğun sonlarına doğru bozulan otobüsten bir kare. Yarı uykulu yarı uyanık hatırlıyor gibiyim bu anı, üzerinde bahsetmeye değmez. Tıpkı hiç resmini çekmemiş olduğum kaldığımız otel gibi, hoş oteldi gerçi.