Cuma, Aralık 16, 2011

Bana Bunlarla Gelin! - Sōran Bushi (ソーラン節)



Merhaba arkadaşlar!

Benden bu kadar çabuk başka bir yazı beklemiyordunuz değil mi? Ne yalan söyleyeyim, ben de kendimden beklemiyordum, ama deli saçması mükemmeliyetçiliğimi bir kenara bırakarak, hemen bugün, sıcağı sıcağına, beni çok etkileyen hoş bir hadiseyi sizlerle paylaşasım geldi, tutmayın beni!

Bugün bir haftadan beridir üzerimde olan ölü toprağını azıcık silkeleyip, insan içine karışmak adına, Waseda'nın yüzbinlerce etkinliğinden sadece biri olan, öğrencilerin düzenlediği parti desen parti değil konser desen konser değil, bir çeşit toplaşmaya katıldım. Bu toplaşmanın gayesi okulun gizli yeteneklerini ortaya çıkarıp benim gibi yeteneksizleri kendinden nefret ettirmekyi desem yalan olur, zaten o kadar hoş bir etkinlikti ve bendeniz de o kadar hazzettim ki, kendimden nefret etmeye filan da fırsat bulamadım. Olayımıza dönersek, bu partimsi etkinlikte, bülbül gibi şakırım diyen, harika dans eder göz doldururum diyen, ne bileyim enstrüman aracılığı ile herkesi büyülerim filan diyen öğrenciler sahneye çıkıp performans sergilediler, bir çeşit "yetenek sizsiniz" olayı yani. (Burada "yetenek sizsiniz"i, "yeteneksizsiniz" anlamı ile de kullanarak hem söz sanatı yapıyorum -ha?- hem de kendime atıfta bulunuyorum. -oh, yes!-) Neyse ki jüri müri yoktu, öğrenciler arasında oldukça cici bir etkinlikti.

Hemen hemen herkesin performansını beğendim diyebilirim. Peki, itiraf ediyorum, sahneye çıkıp da gitar+slow müzik olayını yapan arkadaşları azıcık dinlemezlik ettim ama bu kimsenin yeteneksiz olduğu anlamına gelmiyor, sadece İngilizce slow şarkıların hepsi bana aynıymış gibi geliyor. Bütün performanslar güzeldi güzel olmasına; ancak bir tanesi vardı ki beni benden aldı, resmen gözlerimi sahneye kilitledi! Bırakın başka şeylerle ilgilenmeyi, kafamı bile çeviremedim! Daha önlerde oturan bir arkadaşım sağolsun videoya aldı bütün geceyi benim için; ben de şimdi o videoyu paylaşacağım ama inanın videoyada izlediğiniz benim bu akşam izlediğim şovun şahaneliğinin yarısını bile yansıtamıyor: (Teknik ayrıntı: HD çekmiyorum videolarımı bir süredir; hem çok yer kaplıyor, hem daha kısa çekebiliyorum hem de zaten buraya aktarınca o HD özelliğini kaybediyor.)




Bu şahane dansı canlı canlı izlemek çok daha ayrı bir şey. Bu dans, tahmin edebileceğiniz gibi, geleneksel bir Japon dansı. "Sōran Bushi" adı verilen bu dans, Japonya'nın en kuzey bölgesi olan Hokkaido bölgesine ait bir dansmış. Sōran Bushi adı da şarkı esnasında söylenen o şarkıdan geliyor zaten, şarkı da Hokkaidolu balıkçılar tarafından söylenirmiş. Farkettiniz ise, dansın içerisinde halat çekme hareketleri de var. Şu saat oldu, Sōran Bushi'yi kaç kez dinledim, hatırlamıyorum. Öylesine sardı yani.

Açıkçası Japon kültürünü çok ama çok etkileyici buluyorum, bunu anlamak çok da zor olmamalı sizin için, etkileyici bulmasam burada işim ne, değil mi ama? Ama mesela Tokyo'da Shibuya ya da Ikebukuro gibi fazla modernize olmuş kalabalık ve işlek semtlerde kendimi pek de Japonya'da gibi hissetmiyorum, o Japon kültürünü göremiyorum, algılayamıyorum bir türlü. Ne zaman ki bir tapınağa girsem, (ki onunla ilgili bir yazım da gelecek) ya da böyle geleneksel olaylara denk gelsem; işte o zaman bu ülkeye daha bir bağlanıyor ve Japonya'ya geldiğim için mutluluklardan mutluluk beğeniyorum. İşte Sōran Bushi de benim üzerimde böyle bir etki yaptı, günlerdir neden bir şekilde yerlerde olan moralimi aniden yükseltti, adeta tavan yaptırttı!




Yukarıda gördüğünüz de gene bir Sōran Bushi dansı, sanırsam dizi gibi bir şeyden alınmış. Dizideki mevzular nedir bilemiyorum ama zaten konumuz da dizinin olay örgüsü değil, dansın kendisi. Sanırım beni Japonların geleneksel faaliyetlerinde en çok etkileyen şey bu bağırma hadisesi. Mesela kendo yaparkenki "HA! HU!" seslerine resmen ölüyor bitiyorum. Ya da bir önceki yazıyı okuyanlar hatırlayacaklardır, lise kıyafeti giyen ne idüğü belirsiz -aslında belirli canım işte milleti gaza getiriyorlar benimki de laf!- elemanların marş öncesi böyle güzel bir olaya giriş mahiyetinde nara atma merasimleri vardı. Sōran Bushi'de ise şarkının kendisi başlı başına bir olayken zaten, dansı yapan insanların da böyle bağırıp çağırmaları beni resmen mest etti. Hatta o kadar hoş bağırıyorlardı ki; bir ara böyle izleyicilerin arasına tekme tokat Allah ne verdiyse dalacaklarını filan düşündüm. (Evet haşinlikten hoşlanan bir psikopatım? Yok canım, siz de!)

Bu gidişle, bir türlü başlayamayan kendo sevdamı bir kenara bırakıp "Dokkoisho! Dokkoisho! Sōran Sōran!" diye naralar atarak başka bir mecrada kendime yer arayacağım. Çok güzel dans be!

Bu arada bu yazı biraz fazla mantıklı mı oldu ne? Bu kadar aklıselimlik fazla bana!





Perşembe, Aralık 15, 2011

Absürd Bir Seyyahın Kayboluşları 1- Bu haftasonu fazla bana: Halloween & Soukeisen


Uzun bir zamanın ardından mevzua nereden başlayacağını, olayı nereye bağlayacağını bilememe sendromundan muzdaribim gençler. Ama beni anlayışla karşılarsınız diye umuyorum. Ummasına umuyorum ama umduğumu bulabiliyor muyum acaba?

Bir halta benzememesine rağmen, bu bloğu takip eden en az 10 kişi sayabilirim. Hava atmak gibi bir niyetin kesinlikle olamaz, bu bloğu takip ediyor olmak kesinlikle o çok değerli, sadık, fedakar ve destekçi arkadaşların meziyetlerinden kaynaklanıyor. Ben de kendim için olmasa bile en azından o çok ama çok mümtaz arkadaşlar başta olmak üzere sizin için, evet bütün okurlarım için gayret edip yeni yazılarla karşınızda olacağım! (Gaza da geldik, du' bakalım!)

Şimdi milletin neler sorduğunu tahmin edebiliyorum: "Dostum senin problemin ne? Bunca zamandır ne alemdeydin? Ne haltlar karıştırmaktasın? Ne ayaksın kızım sen? Dün gece neredeydin, sorsam söyler miydin, kimbilir kimleydin soralım o zaman?!" tarzında cümlelerle bana ayar vermek isteyebilirsiniz, siz ayarınızı vermeden ben hemen cevabımı vereyim: Buraya yazmadığım süre zarfında, her gün başka bir alemdeydim. Öyle haltlar karıştırıyorum ki o haltlara hiçbir komplo teorisi bir açıklama getiremez. Ne ayağım, tam anlamı ile bir sosyal kelebeğim, kendime engel olamıyorum! Dün gece neredeydim, sorsanız da söyleyemem. diyeyim mi? Arkadaşlar şu söylediklerimin en azından bir kısmının gerçek olması için neler vermezdim! Buraya yazmadığım süre zarfında elbette bazı vukuatlarım oldu, kah iyi kah kötü anlamda, amma ve lakin "gel de gör beni bambaşka biri!" türü meydan okuyan beylik cümlelerle de karşınızda değilim. Dedim ya diyemeyeceğim; çünkü demedim; Tokyo'da da hayat, tıpkı İstanbul, Beyrut, İsfahan, Paris, Londra, San Francisco gibi şehirlerde de olabileceği gibi, her şey güzel olmakla beraber hiçbir şey mükemmel değil. Ah beklentiler, vah beklentiler.

Daha fazla uzatmadan (daha ne kadar uzatabilirsin ki zaten?!?!) ufaktan ufaktan "Bu hatun kayboluşlarda iken neler yaptı, vukuat derken şair burada neyi kastetti?"  soruları cevaplandırmaya çalışalım. Evet geliyoooor:

Previously on Absürd Bir Seyyah'ın Trajikomik Seyahat Anıları:

1. 22 Ekim Cumartesi, Gereksiz Bir Halloween Partisi

Evet, bu vukuatımı sizlerle paylaşırken, ne yalan söyleyeyim hicap duyuyorum. Ama ne çare, işledik bir kere böyle bir şeyi, aleme ibret olsun diye de duyurmak gerekir. Açıkçası ne Halloween'le ne de partilerle ilgilenen bir zatım ama işte hazır Japonya'ya gelmişken bir gaza geldik, Halloween partisi nasıl oluyormuş gittik gördük.

Kadim Japon dostlarımdan birinin daveti üzerine bu partiye iştirak ettim. Olay şöyle gelişti: Bu çok sevgili arkadaşım ben Japonya'ya geleliden beri benimle adam gibi bir etkinlikte bulunmayı reddediyor (ama işim var ama gücüm var gibi bahanelerle) ve beni boyuna partilere çağırıyordu. Hayır, bu sözlerimden arkadaşımı sevmediğim ya da onun kötü niyetli biri olduğu gibi durumlar çıkarılmasın ama yani durup bir durum değerlendirmesi yapınca olayımız bu. Neyse, ben de işte arkadaşın "nezih bir mekan öyle dans, gürültü filan yok yiyoruz müzik dinliyoruz öyle" filan yorumlarına inandım, atladım geldim. Shibuya adı verilen gençlerin cirit attığı semtte umduğum mekanla bulduğum mekan tabii ki birbirini tutmadı:

 Vay, olaya gelin! Millet o kadar hareketli idi ki, adam gibi resim bile çekemedim. Halloween partisi hakkında neler söyleyebilirim diye düşünüyorum da.... Aslında partiye gidiş amacım tamamen gözlemdi arkadaşlar. (Niyeyse burada yazar kendini aklama çabası içinde gibi, size de öyle mi geldi?) Hani Japonların bu kadar büyüttükleri Halloween neymiş, ikide bir yaptıkları partilerin amaçları ne imiş bir bakalım görelim dedim. Sonuç olarak da şunlara geliyoruz: Japonları iki aşamada inceleyebiliriz: İçmeden önce, içtikten sonra. Öyle büyük bir değişikliğe giriyorlar ki, gözümle görmesem asla inanmazdım. O saygılı, sessiz, kuralların dışına asla çıkmayan tipler gidiyor, gürültücü, önüne gelenle hoş beş edip şakalaşan, ona buna gülen, eğlenen, kısmen "cıvığımsı" elemanlar geliyor. Benim alkolün etkisiyle gevşeyen arkadaşlarım sağolsun, yolda o kadar çok insanla konuşup resim çektirdik ki (ben sık sık sıvışma girişimlerinde bulundum) saymaya kalksam kesinlikle sayamam. Ben açıkçası insanların bu kadar gürültü ve patırtıdan niçin hoşlandıklarını pek çakamadım ama Japon arkadaşımın söylediğine göre, gündelik hayatlarında sürekli kurallar çerçevesinde yaşamak zorunda olup deli gibi çalışan Japonlar, ancak bu tür aktivitelerde çıldırarak kurtlarını dökebiliyormuş. Mantıklı geldi bana böyle düşününce; zira biz Türklerin kurtlarını dökebilmesinin binbir türlü yolu var ama bu insanlar bizim gibi kafasının dikine giden insanlar değiller ki. Hani biz olsak, ne düşündüysek pat diye söyleriz, canımız çok sıkılırsa karşımızdakine laf sokmaktan asla geri kalamayız en olmadı sıkı bir dayak atarız. Ama Japonlar öyle mi efendim, n'apsın adamcağız gece gündüz kurallar çarkında dönüp dursun, ona buna kibar kibar konuşsun, bir yerden sonra kopacak tabii. Sıkıyorsa birini sopalamaya kalksın yani. Gene de böyle içmeli coşmalı ortamlar kesinlikle özenilecek yerler değilmiş, bizatihi gördüm, yanlışlıkla gittim, bir daha da gitmem. (inşallah.)

He bir de unutmayayım, bütün bu gümbürtü yetmezmiş gibi bizim çılgın kızların makyajlarını (suratlarını maviye yeşile filan boyadılar da) rahat rahat silebilmesi için, o saatte üşenmedik karaokeye gittik. Ben de böylece ilk karaoke maceramı yaşamış oldum:



2. 23 Ekim Pazar, Soukeisen ya da Keisousen Diye Adlandırılan Beyzbol Müsabakası



"Hayatındaki ilk beyzbol maçını Japonya'da izleyeceksin." deseler herhalde "Git işine arkadaşım, ben ne anlarım beyzboldan?!" derdim. Açıkçası, hayatımın ilk beyzbol maçına burada şahit olmuş olsam da, hala daha aynı cümleyi sarfedebilirim: Ben ne anlarım beyzboldan? "Peki ya ne demeye beyzbol maçına gittin be arkadaşım?" diye sormanız gerekiyor burada, ona göre ben de güzel bir cevap hazırladım çünkü: Maç var dediler geldik.

Geyiği bir kenara bırakırsak (geyikten başka bir şey yazdığın var mı senin Allah aşkına?!?!) Soukeisen ya da Keisousen denilen mevzu, ezeli rakip oldukları iddia edilen Waseda Üniversitesi ile Keio Üniversitesi arasında düzenlenen bir beyzbol maçı olup, genç yaşlı demeden bir dünya insanın heyecanla takip ettiği hoş bir etkinliktir. VE ŞİMDİ SIRADA KANJİ DERSİ! Soukeisen isminin nereden geldiğine bir bakalım: (Bakın bu bilgiyi hiçbir Türkçe sitede bulamazsınız, adam olun, kıymetimi bilin demeyeceğim tabii ki; der miyim öyle bir şey hiç ben?)

早慶戦(sou-kei-sen)in ilk kanjisi 早(sou), Waseda'nın ilk kanjisi(早稲田)nden geliyor. "E biri sou biri wa bu ne biçim iş hafız?" gibi soruları lütfen bana sormayın. Soukeisen'in 慶 keisi ise Keio'nun 慶応 ilk karakterinden geliyor, çaktınız değil mi? Peki 戦 sen nereden geliyor diye sorarsanız, o da maç, müsabaka, savaş, mücadele vs. gibi bilumum anlamlara gelmekte. İşte böyle hoş isimli bir müsabakaya da katılmadım demiyorum gençler, ne kadar gurur duysam az! (Hoş da bir anektod: Waseda Üniversitesi olarak biz (hm?) bu müsabakaya Soukeisen derken, sevgili Keio'lular ise Keisousen diyorlarmış. E, iyi.)



Beyzbolun b'sinden çakmayan bir garip olarak sabahın köründe stadyuma gelip saatlerce uyumama savaşı verdim diyeceğim ama aslında şu resimde gördüğünüz güruh sağolsun, bir an bile yelkenlerimi suya indirmeme izin verilmedi. O lise kıyafetleri ile gezen grup ne ayaktır ben de anlamış değilim. Japon arkadaşım bir takım açıklamalar yapmaya çalışsa da benim gözümde bu tayfa lise kıyafetleri ile gezen, birden bağırıp tuhaf el kol hareketleri yaparak insanları gaza getirmeye çalışan oldukça enterasan bir takım kişiler. Ama işlerini büyük bir disiplinle yaptıklarını da söylemem lazım. İşte bendeniz her ne zaman uykuya dalacak olsam, bu gizemli tipler "HAAAAAAAA!!!!!! HUUUUUUUUUUU!!!!!! YOOOOOOOOOOO!!!!" gibi anlamlandıramadığım naralar atarak Waseda marşları söyleyip bize de talimat verdiler. Başarılı da oldular yani, olaya Fransız bendenizi bile havaya soktular, marşlar söylettiler, tezahürat ettirdiler.


Şimdi bu kadar maç dedik, müsabaka dedik, mücadele dedik, rakip dedik ama aklınıza sakın bizim olaylı derbiler filan gelmesin. Hatta bildiğiniz rakip kavramını unutun. Ben unuttum mesela bu maçtan sonra; zira siz hiç düşünebiliyor musunuz, örneğin Fenerbahçe'nin tribününe bir Galatasaray grubu gelsin de kendi takımına tezahürat etsin? Ya da ne bileyim Galatasaray tribünü Fenerbahçe için "Haydi Fener haydi Fener haydii!! Tam zamanı tam zamanı şimdiiii!!" tadında destek cümleleri sarfetsin? Bunun olduğu gün ben de.... neyse o konu bu bloğun konusu değil. İşte NŞA rakip denilebilecek hiçbir takımın göstermediği bu sportmenliğin kralını Soukeisen'de gördüm, gözlerime inanamadım. Şu resimde gördüğünüz grup, Keio'nun grubu. Bizim(yani Waseda) tribüne gelmekle hem Waseda için hem Keio için tezahürat yaptılar! Aynı olayı Waseda grubu da yaptı. Zaten maçın öncesinde de okulların marşları çalınırken böyle bir saygı duruşuna geçtik cümbür cemaat. Ayrıca Wasedalılar da Keiolular da kendi tribünlerinde karşı takım için tezahürat yaptılar! Ben bu işi anlamadım ama takdir ettim, futbol sportmenliktir gençler, aynen devam.
  Tam havaya girmiştim, beyzboldan ufak ufak çakmaya başlamıştım ki, maç bitti. Ve sonuç: Waseda 4 Keio 2! Yani biz galip geldik. (Üzerime de alınırım böyle.) Valla ben maçın sonrasında ne bileyim çılgınlar gibi bağırırız, sahaya ineriz, oyuncularla eğleşir timsah yürüyüşü yaparız filan diye düşünüyordum ama maç bitiminde bizim şu liseli grup (liseli değiller bu arada ha kazık kadar insanlar) büyük bir ciddiyetle bizi marşa çağırdı:

Sonuna kadar sabredip de videoyu izleyebildiyseniz, bahsettiğim kişilerin hayali olmadığını da anlamışsınızdır. İşte o bağıran çağıran kişilerin talimatı ile oldukça ciddi bir şekilde marşımızı söyledik sonra da dağıldık. Bense "Ulan maç öncesinde bile o kadar bağırıp çağırdık, şimdi sahaya inmicez mi, hani nerede timsah yürüyüşü, hani nerede OOOOOOOOOOoooooooooo-OLEY! diye eğleşmeler?!" diye yakındığımla kaldım.

Tabii sonradan öğrendim ki kazandığında olayın suyunu çıkararak gövde gösteri yapmak gibi bir olay yokmuş buralarda. Ne düşünceli insanlar dedim sonra kendimden utandım dostlar. Mütevazılık böyle bir şey vesselam.

"Biri de çıkıp demiyor ki, ağa bu nedir? Nedir kardeşim bu kediler ayılar?" diye serzenişte bulunanlara söyleyeyim, ayıcık bizim Waseda'nın, kedicik ise Keio'nun maskotu. Bunca cümbüşün arasında onlarsız olmazdı.

Oldukça geç bir güncellemeyi de ama iyi ama kötü geride bıraktık benim sitemkar ama bir o kadar da vefakar okurlarım. Kendi adıma o haftasonu (şu haftasonu bile diyemeyeceğim kadar uzak bir tarihte gerçekleşti hepsi çünkü) yeterince eğlendim coştum (ah ah şimdi nerede öyle haftasonları) ama bir o kadar da öğrendim ve buraya geliş amacıma uygun (amacım neydi merak ettiniz şimdi değil mi, hadi itiraf edin?) gözlemlerde bulundum. Ayrıca Soukeisen, saçma sapan Halloween partisinden 40 kat daha eğlenceli idi benim gözümde, bütün Waseda beyzbol oyuncusu beyefendilere de burdan selam eder, nice maçlarda görüşmek dileği ile yazımı sonlandırırım efendim. Okuduğunuz içün teşekkürler. (Çok uzun oldu ama değdi beklediğinize değil mi?) (Bir sussan keşke.)

Pazar, Aralık 04, 2011

Tamam la çok geç kaldık!

Ama tahmin edersiniz ki ben de meşgul bir hatunum. (Duy da inanma)

Neyse azıcık sabırlı olun dostlar bissssssssürü yazı yayımlayacağım. (Doğru tabii tabii kesin!!)

O yüzden ちょっと待っててね! Dönüşüm muhteşem olacak! (Challenge!)

Yasampinarim

Cuma, Ekim 21, 2011

Bir Kore Dalgası Savurdu Bizi: Shin-Okubo(新大久保)

こんにちは!

Hemen belirteyim, bu yazıyı *özellikle* Kore sevdalısı dostlarıma armağan ediyorum. Biliyorum, sayınız azımsanmayacak kadar çok. Bu yazıyı okurken beni de anın ey dostlar, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız. (Çoğunuz Kore'de yaşamayı tercih ederdi zannımca.)

Geçen Pazar, yani 16 Ekim Pazar günü, ilk olarak Waseda University Homecoming Day ismi verilen bir olaya iştirak ettim. Ha senin Homecoming Day (yani genelde mezunların takıldığı bir organizasyon) de ne işin vardı derseniz, bu bizim meşhur international kulüplerden birinin düzenlediği bir yemek etkinliğine katıldım. 4 ayrı grup olarak (Ryoma- Cleopatra- Colombus- Napoleon) 4 ayrı ülkenin (Japonya- Mısır- Amerika- Fransa) yemekleri yapıldı ve kampüs içinde dolaşılarak senpai (yani mezunlara) lara satıldı. Benim hangi grupta olduğumu tahmin ediniz ve 10 GÜN İÇİNDE BURADA TAHMİNİNİZİ YORUM OLARAK PAYLAŞINIZ. Şaka elbette ama gene de tahmini size bırakıyorum. Her neyse bence oldukça eğlenceli bir organizasyondu ama ne yazık ki tamamına katılamadım- çünkü çok sevdiğim kadim dostum Miyu ile görüşüp kaynatmak üzere Shin-Okubo'ya doğru yol aldım.

Shin-Okubo, Takadanobaba-benim istasyon- ile Shinjuku arasında yer alan bir bölge. Shin-Okubo'yu bu bloğu okuyan Kore sevdalıları için özel yapan şey ise şu: Shin-Okubo Korelilerin mekanı arkadaşlar. Yani İngilizce bir deyişle Korean Town diyebiliriz. Hep diyorum şu memlekete geldiğimden beri; eğer şu üç memleketten birindenseniz işiniz kek: Birincisi Çinli iseniz. Zaten dünyanın 1/4'ünün bir şekilde Çin uyruklu ya da Çince konuşan insanlardan oluştuğunu söylersek, dünyanın neresine giderseniz gidin işinizin kek olduğunu varsayabiliriz. Zira Japonya'da bence Japondan çok Çinli var; çünkü ben Japoncadan çok Çince duyuyorum. Keşkim diyorum bazen, (bazen mi?), Çince öğreneymişim, inanın çok rahat ederdim. İkinci ballı milletimiz ise ABD'liler, bu nasıl bir iştir anlamadım ama bu ABD'liler girdikleri her yere bir ABD havası götürüyorlar, her yerde barınıyor ve her şeyi *maddi-manevi* bir güzel tüketiyorlar. Buraya bu konu hakkında daha fazla şey yazmak isterdim ama içimizde ABD sevdalıları da olabilir, hem bu yazının konusu ABD mi ey saçma yazar diye haykıran Kore sevdalılarımız var, bu sebeple kısa kesiyorum. (Gerçekten de çok kısa oldu.) Üçüncü işi kek olan milletimiz ise Koreliler (şimdi sevinebilirsiniz Kore sevdalıları) çünkü şu sıralar Japonya'da Koreli olmak IN Törkiş olmak ise her daim her memlekette OUT! Ayrıca Çinliler kadar olmasa da, adım başı Koreliye rastlamak hiç de zor bir iş değil. Japonya'ya geldiğimin ikinci günü iki Koreli ile ahbap (ha?) olmam ve Korean Night adı verilen bir olaya çağrılmam da tevekkeli değil. Gerçi bunda Japonya'ya varır varmaz soluğu Shin-Okuba'da almamın da önemli bir rolü olabilir diyor ve meseleyi başarı ile Shin-Okubo'ya bağlıyorum dostlar, ha gayret.

Miyu ile ilk durağımız elbette Kore lokantası oldu. Hem Pazar olduğu için hem de Kore mahallesi olduğu için ortalık insandan geçilmiyordu. (Bu ne menem bir cümle oldu böyle?!) Biz de bu sebeple lokanta kapısında yaklaşık 10 dk. bekledik. Yalnız lokanta o kadar güzeldi ki bence beklemeye değdi. Bir kere ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz içeri girerken ve aşırı rahat masalarda oturuyorsunuz. Aşırı rahat derken neyi kastediyorum, ayaklarınızı bükmeden oturabildiğiniz bir yer masası. "O da nasıl oluyor la?" diye soranlara "İşte böyle!" diye resimle karşılık vermek isterdim ama akılsızların bayrak sallayanı olarak masanın resmini çekmek hiç aklıma gelmedi. Neyse yer masası var sonra sizin oturduğunuz yerin altında da boşluk var ayaklarınızı oraya sandalyeye otururmuş gibi oturarak uzatabiliyorsunuz. Bilmem ne kadar açıklayıcı olabildi?

İlk olarak soframıza gelen aperatifler. Onun dışında ıslak havlu ve buz gibi su. Bunları ne demeye yazıyorsun diye sorabilirsiniz ama inanın bunlar benim için çok önemli. Harbiden. Beleş su, beleş yemek, kendini özel hissettiren servis, insan şu hayattan daha ne bekler ki?

 Bibimbap. Yani üstünde çeşitli sebzeler, yumurta ve isteğe göre et bulunan, aynı zamanda da pirinç içeren harika bir Kore yemeği. Hele de acı sos eklendiğindeki o enfes... Neyse yiyebilen var yiyemeyen var deyip susalım. Bibimbapı karıştırıp yemek gerekiyormuş ama ben Miyu'nun deyimi ile "Türk stili" yumuldum yemeğe bu şekliyle. Sonra karıştırarak yedim, akıllı oldum.
  

Lokantamızdan bir görüntü. Gördüğünüz gibi (Gördüğümüz?!) millet yerde oturuyor. TV'de ise çeşitli Koreli gruplardan şarkılar, röportajlar, programlar falan filan yer alıyor.


Miyucuğumun yemeği. Bir çeşit noodle olduğunu zannediyorum. İçinde et olduğu için yiyemedim ama çok güzel kokuyordu, ne yalan söyleyeyim. Ayrıca belirtmeliyim ki benim bibimbapın yanına ufak bir de (rakı diyesim geldi birden TÖVBE ESTAĞFİRULLAH!) çorba verdiler ama içinde et olduğu için yiyemedim. (Daha kaç yüz bin defa aynı cümleyi kuracağım acaba?)



 Bir restoranın kapısında (heyecanlanmayın hemen, bizim restoran değil) çeşitli Koreli yıldızların restorana geldiklerini belgeleyen önemli kanıtlar asılıydı. Bana niyeyse çok photoshop göründüğü ama neden öyle olsun ki yani, ben Koreli olsam ve Japonya'ya gelsem Kore restoranına giderdim kesin yani. Japonya'ya gelen bir Koreli olmadığım halde gitmişim ya zaten.






Bu beyefendi kimdir tanımam etmem ama artist bir duruşu var.



Sokakta yürürken. Uzun boylu siyah üstlü kız Miyu. Miyu her zaman çok tatlı ve güzel *_* (Bana bu ifadeyi de yaptırdın ya sana helal olsun Miyu!) Ayrıca da uzun!
  

Ve, karşınızda Kore kozmetiği! Shin-Okubo'nun her tarafında sayısız Kore maskesine rastlayabilirsiniz. Zamanında mektup arkadaşım bile bir tane almıştı bana bunlardan hediye olarak. Fiyatları da Japon maskelerine kıyasla gayet hesaplı. Açıkçası yakın zamanda alıp deneyesim yok değil. Belki bir mucize gerçekleşir de..... Neyse.





Nattolu maske? Lütfen biri bana bunun şaka olduğunu söylesin! (Bakınız: Yaşam Pınarım&Natto)


Shin-Okubo'daki sayısız "Idol Shop"lardan biri. Birazdan içeriye gireceğiz, sabrediniz.

Ve kapıda bizi Jae Joong karşılıyor! Valla bu adamı Japonya'da bu kadar popüler yapan nedir anlamadım, tip desen tip yok, ses desen aman aman bir durumu yok, şarkılarının bir tanesini bile bilmem, hiçbir dizisini de izlemediğim için oyunculuğunu da bilmem ama bana niyeyse o suratla mimik yapamazmış gibi geliyor. Amma da kötüledim adamı yahu, bana ne, bana bir zararı yok, bırakayım sevsinler, bırakayım izlesinler. Yani.



OH MY GOD!  
Lafın gelişi yahu. 


Bu beyler de kimdir bilemiyorum ama afili duruyorlar, vardır illa ki sevenleri sayanları diye çektim resimlerini.


Kim Hyun Joong, bizim Miyu'nun favorisi. Bana kalırsa Jae Joong'u sollar lakin adama karşı herhangi bir hissim de yok, ne severim ne sevmem.



Kara. Gene Miyu'nun sevdiklerinden. Girls' Generation'ı tercih ederim. (Ben de kapmışım Kore Eğlence Dünyasından bir şeyler, değil mi?)


Bir yığın Kore starı ıvır zıvırı. Dünyanın parası hepsi bir de ha, keşke o paranın bir kısmını da bana verse şunları alan aklı selimler, karnımız sıcak çorba görürdü belki. (Ajitasyonun da böylesi görülmemiştir.)

Kore kanallarından yayın yapan TV'ler ve tahmin edilebilir bir gürültü.
 



You're Beautiful dizisinden kitapçık gibi bir şey. Ne güzel açıklamalarım var değil mi, ah bu benim saçma hallerim ah!!






Bu herifi seven-sayan birilerini biliyorum! Ayrıca içerisinin ne kada tıklım tıkış olduğunu görebiliyor musunuz?





Tabela ve mekanın ismi her şeyi açıklıyor zaten, bir de ben laf kalabalığı yapmayayım.


Shin-Okubo'nun meşhur kafelerinden imiş burası. Frozen yoğurt ve adını maalesef unuttuğum bir çeşit Kore dondurması gibi bir tatlı satıyor. Lakin çok tok olduğumuz için (iyi besledi o restorandakiler bizi sağolsunlar) bir de Miyucuğumun işi olduğu için "bir dahaki sefere artık" deyip yolumuza devam ettik.






Kalabalıktan içeri giremediğim bir dükkan daha. Allah'ım sen insanlara akıl fikir ver diyeceğim ama ben sanki çok mu matah biriyim diye kendimi sorgulayarak susmayı tercih ediyorum sevgili okurlarım.

Miyu ile ayrıldıktan sonra Shin-Okubo'da gezmeye devam ettim ayıptır söylemesi.












Zilyon tane insan bir yiyecek için sıraya girmişti amma ben yiyeceğin ne olduğunu anlayamadım. (Affferim bana!) Sanırım bir çeşit kızartma yahut onun gibi bir şeydi. (Çok açıklayıcı oldun, sağol.)
  

Envai çeşit Kore ürününün yer aldığı süper market. Öyle harika içecekler ve abur cuburlar vardı ki, ağzımın suyu akayazdı. Lakin cep delik, cepken delik. O vaziyette bir de tutup mama alamadım. Ama içimde kalmadı değil. Bir dahakine inşallah arkadaşlar.



Güya resmini çekmeye çalıştığım bir oyun salonu. İçerisi her zaman gürültülü ve kalabalık olan bu salonlardan birine girmeden şu ülkeden göçersem, gözüm arkada kalacak mı, kalacak!





Sokaktan bazı manzaralar. Burada sessiz olacağım ve sizin Shin-Okubo sokaklarında rahat rahat gezmenize izin vereceğim.








Ah şu Real Brownie denilen hödö nasıl aklımda kaldı anlatamam. Neyse Shin-Okubo maceram şimdilik bu kadar amma en kısa zamanda Shin-Okubo'ya tekrar gitmeyi planlıyorum diyordum ki, zaten bu akşam gittiğim aklıma geldi. Evet dostlar, Shin-Okubo "Tokyo'da nerede yaşamak istersin?" diye sorulsa vereceğim cevap sanırsam. Diyeceğim ama Tokyo'da gittiğim yer sayısı 10'u geçememişken böyle bir cevap oldukça saçma olacak galiba. Ayrıca kimsenin de "Buyur Tokyo'da dilediğince senelerce yaşa!" dediği filan yok. Ama ben gene de Shin-Okubo'yu ÇOK seviyorum.

Kapanış şarkımız da, ben pek hazzetmesem de, bu yazının ve Miyu'nun hatrına KARA'dan gelsin efenim. Mister isimli şaheserin Japonca versiyonu imiş bu şarkı. Valla bana Koreli grupların söyledikleri bütün şarkılar, dili filan farketmiyor yani, Korece geliyor ama neyse.







Pazar, Ekim 16, 2011

Ara Sıra Bazı Bazı, Yemek İstediklerimin Pek Azı


Herkese yeniden merhaba!

Son zamanlarda burayı çooooook boşladığımın farkındayım. Aslında boşladığım şeyleri yazsam buradan (Tokyo) İstanbul'a yol olur ama en gerek yok bence. Şu sıralar hormonlarım benimle acayip dalga geçiyor. Hemen yanlış şeylere yormayın yahu; duygusal anlamda diyorum. Yani duygusal çalkantılar yaşıyorum. Ne yazsam olmadı be, bir gün çok mutluyum bir gün hüzünlerden hüzünlere akıyorum diyeyim ama yanlış anlayan zaten anlamıştır. Beni bir siz anladınız, siz de yanlış anladınız be dostlar!

Görebildiğiniz üzere, bloğun sağ tarafında iki adet anket var. Yoğun katılım sonucunda(!) belirlenen beklentilerden ise anladığım şu: İlk olarak herkes resim görmek istiyor. (ah ah her şey görsellik üzerine kurulu artık dostum...) İkincisi insanlar yemek görmek istiyor. "Peki blogda ne türlü resimleri göresiniz var?" sorusuna bloğa katılanların %75'i Yaşasın Yemek Yemek!!! diye cevap vermiş. Önemli olan talepleri karşılamak değil mi, ne farkeder ki ha 4 kişi katılmış ankete ha 4000!!! (tabi canım tabiiii!)

İşte bu talebi karşılamak adına YasamPinarim'dan size büyük hizmet! Dersem abartmış, beklentileri yükseltmiş ve de sizi hayal kırıklığına uğratacak olurum. Doğrusunu söylemek gerekirse, henüz Japonya'da çok da dişe dokunur bir şey yemedim. Ya da yiyemedim. Peki neden?
  1. Parasızlık. Doğruya doğru, dışarıda yemek genelde fazlaca para gerektiren bir meşgale ve bende de para denilen, bizim kendisine sahip olabildiğimizi sandığımız ama aslında kendisi bize sahip olan, hatta tüm dünyayı kontrol eden (mesajımızı da verdiğimize göre huzur içinde devam edebiliriz, değil mi?) zımbırtı nanay. O nedenle de olabildiğince ucuz ıvır zıvırlar ile karnımı doyurmaktayım.
  2. Yiyeceklerin içerikleri. Bildiğiniz üzere, İslam dini yenilecek şeylere bir takım kısıtlamalar getiriyor. Domuz eti, helal kesim olmayan (tavuk, sığır vs.) et ve alkol. Japonların sevdiği üç şey. O nedenle de sağolsunlar her bir şeyin içine koymuşlar bu hedeleri.
  3. Tembellik. Yukarıdaki sayılan iki neden bizi bir sonuca götürüyor: Kendin pişir&Kendin ye. Eyvallah, ama insan tembel olmaya görsün.... Bilmiyorum bu tembellik genetik bir şey mi, ne bileyim tembelliğe neden olan bir gen, bakteri, hormon vs.mi var ama bildiğim bir şey varsa o da şu: Tembel İstanbul'da da tembel, Tokyo'da da tembel, Jüpiter'de de tembel, Uranüs'te de tembel. Nato kafa, nato mermer.
  4. Mutfak ve malzeme sorunsalı. Biraz da tembellik suçumu hafifletme adına şunu belirteyim: Odamda mutfağım yok, herkesin kullandığı mutfağı da benim kullanasım yok. Pişirmek için gerekli ıvır zıvırlarım eksik, alasım yok, alacak param da yok. İstediğim yemekleri yapmak için gerekli malzemeler ya yok, ya çok pahalı. Japon yemekleri nasıl pişirilir, hiç bir bilgim yok. Bahaneler çoğaltılabilir.
İşte bu ve bu gibi sebep/bahanelerle yemek olayına girmek benim için azıcık zor. Ama gene de okurlarımın istekleri benim için emir olduğundan -e okurlar velinimetimizdir, değil mi ama?- karınca kararınca bir şeyler paylaşacağım.


 


 Bu gördükleriniz benim Tokyo'ya geldiğim ilk günlerde alıp yediğim bazı şeyler. Açıkçası o günler çok da mükemmel günler değildi, ne yenir ne yenmez insan apışıp kalıyor böyle. Hele öyle bir içindekiler listesi var ki yiyeceklerin üstünde; (Kanji adı verilen Çin'den gelme Japon karakterlerinden milyonlarcası milyonlarcası!!!) insanın onları okumaya çalışmaktansa aç oturası geliyor. Gene de iki lokma almayı becerebilmiştim o zamanlarda. Hey gidi! (Sanki Tokyo'ya geleli 10 yıl olmuş da, buraların yerlisi olmuşum gibi konuşmuyor muyum, maşallah maşallah.) Bu resimlerin ne olduğunu sorarsanız, sol üstten başlayalım: Onigiri, sushi, yeşil çay ve içi kremalı bir çeşit ekmek. Sushi hariç diğerleri güzeldi. Sushinin kötü olmasının sebebi ise, gördüğünüz 10 adet sushiden en sağda bulunan iki tanesinin içinde NATTO ismi verilen bir ...... ne desem bilemedim şimdi. Natto denilen bir .... ağzımın tadını öyle bir kaçırdı ki 3 gün kendime gelemedim. Natto hakkında sonra belki daha detaylı yazabilirim ama şimdilik onun ne kokusunu, ne de yapış yapış görüntüsünü hatırlamak istiyorum!



Bu gördükleriniz ise: (sağdan sola) Melon pan (içinde kavun olmayan bir türlü tatlı hamur işi), sütlü kahve ve Dublörün Dilemması. 

Yazının girişindeki pasta ise çok sevgili Japon arkadaşımın beni götürdüğü bir kafede yediğim harika ötesi turta. İleride kafenin resimlerini de paylaşacağım için şimdilik bu kadarını söyleyeyim.



 Bir gezi sonrası gittiğimiz mekanda yediğim yemek. Gohan; yani pirinç lapası diyor bazı insanlar ama pek de lapa değil, pilavla lapa arası bir şey ki şunu da belirtmek isterim Japon pilavını çok seviyorum ben; gohanın içinde görülen siyah şeyler ise yosun. Böyle deyince hemen "ööööööğğğğğk" demeyiniz, denizden çıkan yosun gibi değil. (Ki bence onun da tadında sorun yok) Diğer yiyecek ise patates salatası ve salata sosu. O da gayet lezzetli.
Bu gördüğünüz ise arkadaşın yiyeceği. Noodle, yani erişte, ve tavuklu bir şey sanırım. Her ne ise güzel görünüyordu. Burada tavuğu o kadar güzel pişiriyorlar ki (daha doğrusu bana öyleymiş gibi geliyor), tavuk sevmeyen insanın bile yiyesi gelir. Ah ah.
Waseda'da, hayatımda katılmadığım kadar partiye katıldım. Parti deyince bizdeki çılgın partiler aklınıza gelmesin, mütavazı, genelde içkisiz, müziksiz, tanışma partileri idi. İşte otelde verilen ve benim favori partim olan bir partide verilen tatlılardan bazıları. Ama ben yiyebildim mi, hayır, nedeni ne idi peki, tabii ki benim salaklığım: Yani ben gidip de tatlı alana kadar millet çoktaaan silip süpürmüştü caanım pastaları, pudingleri. Bu da bir arkadaşın pastası zaten.

Neyse avuntu olarak da benim taptaze, sıcacık, mis gibi sütlü kahvem vardı. Hızımı alamadım, nerede beleş, oraya yerleş düsturu ile hareket ederek iki fincan kahve içtim. Elimden gelse iki fincan daha içerdim ya, sağlık koşullarım elvermedi. Partide çok  çok çok güzel yemekler vardı bir de, söylemeden geçemeyeceğim. Zaten şimdiye kadar partilerde ikram edilen yiyeceklerden az beğendiğim bile olmadı diyelim, gerisini sizin hayal gücünüze bırakayım.
 Ve bazı abur cuburlar. Nihayet bir yerde bulduğum, diğerlerine göre oldukça ucuz olan hazır kahve, ya da bizim deyişimizle nescafe ile tadı hiç de fena olmayan bisküvi, bisküvit, püsküvüt ya da püskevit. Artık siz nasıl okumak isterseniz.
 Ve ilk kez karşınıza çıkan, can yoldaşım, İstanbul sevdalım, sevimli ayıcığım. Türkçe adı Fiko (Fikret), Japon ismi olarak ise Hiro-kun'u münasip gördü bir arkadaşım. Bir gece vakti Fiko ile marketten aldığımız ıvır zıvırları görebilirsiz. Pocky, böğürtlenli yoğurt, sütlü kahve ve kraker. Hepsini yemedim o gün tabii ki. Yiyebilirdim de gerçi. Aman neyse.
 Pocky candır. YP'ın masası ise her daim karmaşıktır. Püfff.





Japonya'ya gelişimin 1.ay dönümünde gittiğimiz piknikte (bunu kutlamak için verilmişti koca piknik, tabii ki tabii ki.) bir Fransız arkadaş Fransızlık yaparak yanında Fransız ekmeği, Fransız peyniri ve Fransız şarabı getirmişti. Sağolsun hepimize de ekmek&peynir ikram etti; beni çok mutlu etti.  

  


 
                                                              
E ben de Fransız olsam şarabımı yanımda taşırdım hani. Yalnız bir başka Fransız arkadaş şöyle bir yorum yaptı: "Ay ben o şarabı içmeeeem!!! Öyle kutuda taşınan şaraptan hayır mı gelir! Kalitesiz!" Valla ben ne desem bilemedim.       
Sadece iki gün önce, dil değişimi programında edindiğim (Yani birbirimize birbirimizin dillerini öğretiyoruz) Japon arkadaşımla yediğimiz öğle yemeği. Benim için sabah&öğle yemeği idi ama olsun her koşulda tadı güzeldi. Soslu balık, saba misoni, yani miso soslu palamut. Balık her durumda candır, yanında pirinç ve yeşil çay olunca da oh mis. Bu yemeği okul kantininde yedim bu arada.
Bu da arkadaşın yemeği, meşhur karee raisu, yani köri pilav. Japonya'da en çok yemek istediğim yemeklerden olmakla beraber, genelde domuzdan yapıldığı için yiyemiyorum efendim.  







 

Ben ve çaylarım. İyi midir, kötü müdür bilinmez ama burada kendimi çaya vurdum. Dolabımda çay olmayınca kendimi huzursuz hissediyorum. Çok sevdiğim siyah çayı da sallama olunca içesim gelmiyor artık. Resmini çektiğim çaylar ya da boş çay şişeleri içtiklerim yalnızca bir kısmı. Genelde çayları kutuda alıyorum çünkü daha ucuza geliyor. Onun dışında bir de Japonya'da yemekten sonra getirilen yeşil çaylar var tabii, bizde ikram edilen siyah çay gibi, Japonlarda da yemekten sonra yeşil çay ikramı harika bir adet. Zaten bir lokantada çay ikramı yoksa, o lokanta bitmiştir, olmasın daha iyidir yani benim nazarımda. (Yuhunuz.)

  

                                                 
Bu yemek size tanıdık geldi mi? Evet gene aynı mekan, gene aynı yiyecek ama bu sefer farklı kişilerle. Seçenek kıtlığı insanı yeni şeyler denemekten alıkoyuyor maalesef efendim. Napalım, işte hayat böyle de geçiyor, işte hayat böyle de yaşanıyor, zaman her şeyi siliyor. (?) Neyse ayrıca bu sefer farklı bir gohan denedim, içinde farklı pirinçler, tahıllar filan bulunan sağlıklı lezzetli bir gohan. Oh mis.


Bu da arkadaşın yemeği, tavuk, salata, çorba, gohan, turşu ve sos. Resimlerde pek belli olmuyor ama diğer arkadaşların yemeklerini de çekmeye çalıştım. 








Bu, gene aynı mekanda daha önceden yediğim yiyecek. Pek kronolojik sıraya uymadığımın farkındayım ama ne önemi var, önemli olan yemeği göstermek değil mi, bağcıyla filan işimiz yok. İşte 2 gün önce de, arkadaş aynı seti sipariş verdi. Oldukça leziz ve doyurucu.





 Ve bu da son resim: Dün öğlen yediğim, genelde Japonya hayatımın vazgeçilmezi olup hayat kurtaran hazır noodle. İçinde domuz eti, yağı, esansı bulunmayan nadir noodlelardan olduğu için bendeki yeri ayrıdır. O yüzden tadı mükemmel olmasa da, sana puanım dokuz kanka!





Gelecek günlerde eğer paralanabilirsem, (parçalanmak anlamında değil, ciddi ciddi bursumu alabilirsem) burada çok daha iç açıcı manzaralarla karşılaşmanız olası ey sevgili okurlarım. O yüzden dualarınızı, iyi dileklerinizi benden esirgemeyeniz. Türk yemeklerinin de kıymetini iyi biliniz. Hepinize afiyet olsun!