Pazar, Ekim 16, 2011

Ara Sıra Bazı Bazı, Yemek İstediklerimin Pek Azı


Herkese yeniden merhaba!

Son zamanlarda burayı çooooook boşladığımın farkındayım. Aslında boşladığım şeyleri yazsam buradan (Tokyo) İstanbul'a yol olur ama en gerek yok bence. Şu sıralar hormonlarım benimle acayip dalga geçiyor. Hemen yanlış şeylere yormayın yahu; duygusal anlamda diyorum. Yani duygusal çalkantılar yaşıyorum. Ne yazsam olmadı be, bir gün çok mutluyum bir gün hüzünlerden hüzünlere akıyorum diyeyim ama yanlış anlayan zaten anlamıştır. Beni bir siz anladınız, siz de yanlış anladınız be dostlar!

Görebildiğiniz üzere, bloğun sağ tarafında iki adet anket var. Yoğun katılım sonucunda(!) belirlenen beklentilerden ise anladığım şu: İlk olarak herkes resim görmek istiyor. (ah ah her şey görsellik üzerine kurulu artık dostum...) İkincisi insanlar yemek görmek istiyor. "Peki blogda ne türlü resimleri göresiniz var?" sorusuna bloğa katılanların %75'i Yaşasın Yemek Yemek!!! diye cevap vermiş. Önemli olan talepleri karşılamak değil mi, ne farkeder ki ha 4 kişi katılmış ankete ha 4000!!! (tabi canım tabiiii!)

İşte bu talebi karşılamak adına YasamPinarim'dan size büyük hizmet! Dersem abartmış, beklentileri yükseltmiş ve de sizi hayal kırıklığına uğratacak olurum. Doğrusunu söylemek gerekirse, henüz Japonya'da çok da dişe dokunur bir şey yemedim. Ya da yiyemedim. Peki neden?
  1. Parasızlık. Doğruya doğru, dışarıda yemek genelde fazlaca para gerektiren bir meşgale ve bende de para denilen, bizim kendisine sahip olabildiğimizi sandığımız ama aslında kendisi bize sahip olan, hatta tüm dünyayı kontrol eden (mesajımızı da verdiğimize göre huzur içinde devam edebiliriz, değil mi?) zımbırtı nanay. O nedenle de olabildiğince ucuz ıvır zıvırlar ile karnımı doyurmaktayım.
  2. Yiyeceklerin içerikleri. Bildiğiniz üzere, İslam dini yenilecek şeylere bir takım kısıtlamalar getiriyor. Domuz eti, helal kesim olmayan (tavuk, sığır vs.) et ve alkol. Japonların sevdiği üç şey. O nedenle de sağolsunlar her bir şeyin içine koymuşlar bu hedeleri.
  3. Tembellik. Yukarıdaki sayılan iki neden bizi bir sonuca götürüyor: Kendin pişir&Kendin ye. Eyvallah, ama insan tembel olmaya görsün.... Bilmiyorum bu tembellik genetik bir şey mi, ne bileyim tembelliğe neden olan bir gen, bakteri, hormon vs.mi var ama bildiğim bir şey varsa o da şu: Tembel İstanbul'da da tembel, Tokyo'da da tembel, Jüpiter'de de tembel, Uranüs'te de tembel. Nato kafa, nato mermer.
  4. Mutfak ve malzeme sorunsalı. Biraz da tembellik suçumu hafifletme adına şunu belirteyim: Odamda mutfağım yok, herkesin kullandığı mutfağı da benim kullanasım yok. Pişirmek için gerekli ıvır zıvırlarım eksik, alasım yok, alacak param da yok. İstediğim yemekleri yapmak için gerekli malzemeler ya yok, ya çok pahalı. Japon yemekleri nasıl pişirilir, hiç bir bilgim yok. Bahaneler çoğaltılabilir.
İşte bu ve bu gibi sebep/bahanelerle yemek olayına girmek benim için azıcık zor. Ama gene de okurlarımın istekleri benim için emir olduğundan -e okurlar velinimetimizdir, değil mi ama?- karınca kararınca bir şeyler paylaşacağım.


 


 Bu gördükleriniz benim Tokyo'ya geldiğim ilk günlerde alıp yediğim bazı şeyler. Açıkçası o günler çok da mükemmel günler değildi, ne yenir ne yenmez insan apışıp kalıyor böyle. Hele öyle bir içindekiler listesi var ki yiyeceklerin üstünde; (Kanji adı verilen Çin'den gelme Japon karakterlerinden milyonlarcası milyonlarcası!!!) insanın onları okumaya çalışmaktansa aç oturası geliyor. Gene de iki lokma almayı becerebilmiştim o zamanlarda. Hey gidi! (Sanki Tokyo'ya geleli 10 yıl olmuş da, buraların yerlisi olmuşum gibi konuşmuyor muyum, maşallah maşallah.) Bu resimlerin ne olduğunu sorarsanız, sol üstten başlayalım: Onigiri, sushi, yeşil çay ve içi kremalı bir çeşit ekmek. Sushi hariç diğerleri güzeldi. Sushinin kötü olmasının sebebi ise, gördüğünüz 10 adet sushiden en sağda bulunan iki tanesinin içinde NATTO ismi verilen bir ...... ne desem bilemedim şimdi. Natto denilen bir .... ağzımın tadını öyle bir kaçırdı ki 3 gün kendime gelemedim. Natto hakkında sonra belki daha detaylı yazabilirim ama şimdilik onun ne kokusunu, ne de yapış yapış görüntüsünü hatırlamak istiyorum!



Bu gördükleriniz ise: (sağdan sola) Melon pan (içinde kavun olmayan bir türlü tatlı hamur işi), sütlü kahve ve Dublörün Dilemması. 

Yazının girişindeki pasta ise çok sevgili Japon arkadaşımın beni götürdüğü bir kafede yediğim harika ötesi turta. İleride kafenin resimlerini de paylaşacağım için şimdilik bu kadarını söyleyeyim.



 Bir gezi sonrası gittiğimiz mekanda yediğim yemek. Gohan; yani pirinç lapası diyor bazı insanlar ama pek de lapa değil, pilavla lapa arası bir şey ki şunu da belirtmek isterim Japon pilavını çok seviyorum ben; gohanın içinde görülen siyah şeyler ise yosun. Böyle deyince hemen "ööööööğğğğğk" demeyiniz, denizden çıkan yosun gibi değil. (Ki bence onun da tadında sorun yok) Diğer yiyecek ise patates salatası ve salata sosu. O da gayet lezzetli.
Bu gördüğünüz ise arkadaşın yiyeceği. Noodle, yani erişte, ve tavuklu bir şey sanırım. Her ne ise güzel görünüyordu. Burada tavuğu o kadar güzel pişiriyorlar ki (daha doğrusu bana öyleymiş gibi geliyor), tavuk sevmeyen insanın bile yiyesi gelir. Ah ah.
Waseda'da, hayatımda katılmadığım kadar partiye katıldım. Parti deyince bizdeki çılgın partiler aklınıza gelmesin, mütavazı, genelde içkisiz, müziksiz, tanışma partileri idi. İşte otelde verilen ve benim favori partim olan bir partide verilen tatlılardan bazıları. Ama ben yiyebildim mi, hayır, nedeni ne idi peki, tabii ki benim salaklığım: Yani ben gidip de tatlı alana kadar millet çoktaaan silip süpürmüştü caanım pastaları, pudingleri. Bu da bir arkadaşın pastası zaten.

Neyse avuntu olarak da benim taptaze, sıcacık, mis gibi sütlü kahvem vardı. Hızımı alamadım, nerede beleş, oraya yerleş düsturu ile hareket ederek iki fincan kahve içtim. Elimden gelse iki fincan daha içerdim ya, sağlık koşullarım elvermedi. Partide çok  çok çok güzel yemekler vardı bir de, söylemeden geçemeyeceğim. Zaten şimdiye kadar partilerde ikram edilen yiyeceklerden az beğendiğim bile olmadı diyelim, gerisini sizin hayal gücünüze bırakayım.
 Ve bazı abur cuburlar. Nihayet bir yerde bulduğum, diğerlerine göre oldukça ucuz olan hazır kahve, ya da bizim deyişimizle nescafe ile tadı hiç de fena olmayan bisküvi, bisküvit, püsküvüt ya da püskevit. Artık siz nasıl okumak isterseniz.
 Ve ilk kez karşınıza çıkan, can yoldaşım, İstanbul sevdalım, sevimli ayıcığım. Türkçe adı Fiko (Fikret), Japon ismi olarak ise Hiro-kun'u münasip gördü bir arkadaşım. Bir gece vakti Fiko ile marketten aldığımız ıvır zıvırları görebilirsiz. Pocky, böğürtlenli yoğurt, sütlü kahve ve kraker. Hepsini yemedim o gün tabii ki. Yiyebilirdim de gerçi. Aman neyse.
 Pocky candır. YP'ın masası ise her daim karmaşıktır. Püfff.





Japonya'ya gelişimin 1.ay dönümünde gittiğimiz piknikte (bunu kutlamak için verilmişti koca piknik, tabii ki tabii ki.) bir Fransız arkadaş Fransızlık yaparak yanında Fransız ekmeği, Fransız peyniri ve Fransız şarabı getirmişti. Sağolsun hepimize de ekmek&peynir ikram etti; beni çok mutlu etti.  

  


 
                                                              
E ben de Fransız olsam şarabımı yanımda taşırdım hani. Yalnız bir başka Fransız arkadaş şöyle bir yorum yaptı: "Ay ben o şarabı içmeeeem!!! Öyle kutuda taşınan şaraptan hayır mı gelir! Kalitesiz!" Valla ben ne desem bilemedim.       
Sadece iki gün önce, dil değişimi programında edindiğim (Yani birbirimize birbirimizin dillerini öğretiyoruz) Japon arkadaşımla yediğimiz öğle yemeği. Benim için sabah&öğle yemeği idi ama olsun her koşulda tadı güzeldi. Soslu balık, saba misoni, yani miso soslu palamut. Balık her durumda candır, yanında pirinç ve yeşil çay olunca da oh mis. Bu yemeği okul kantininde yedim bu arada.
Bu da arkadaşın yemeği, meşhur karee raisu, yani köri pilav. Japonya'da en çok yemek istediğim yemeklerden olmakla beraber, genelde domuzdan yapıldığı için yiyemiyorum efendim.  







 

Ben ve çaylarım. İyi midir, kötü müdür bilinmez ama burada kendimi çaya vurdum. Dolabımda çay olmayınca kendimi huzursuz hissediyorum. Çok sevdiğim siyah çayı da sallama olunca içesim gelmiyor artık. Resmini çektiğim çaylar ya da boş çay şişeleri içtiklerim yalnızca bir kısmı. Genelde çayları kutuda alıyorum çünkü daha ucuza geliyor. Onun dışında bir de Japonya'da yemekten sonra getirilen yeşil çaylar var tabii, bizde ikram edilen siyah çay gibi, Japonlarda da yemekten sonra yeşil çay ikramı harika bir adet. Zaten bir lokantada çay ikramı yoksa, o lokanta bitmiştir, olmasın daha iyidir yani benim nazarımda. (Yuhunuz.)

  

                                                 
Bu yemek size tanıdık geldi mi? Evet gene aynı mekan, gene aynı yiyecek ama bu sefer farklı kişilerle. Seçenek kıtlığı insanı yeni şeyler denemekten alıkoyuyor maalesef efendim. Napalım, işte hayat böyle de geçiyor, işte hayat böyle de yaşanıyor, zaman her şeyi siliyor. (?) Neyse ayrıca bu sefer farklı bir gohan denedim, içinde farklı pirinçler, tahıllar filan bulunan sağlıklı lezzetli bir gohan. Oh mis.


Bu da arkadaşın yemeği, tavuk, salata, çorba, gohan, turşu ve sos. Resimlerde pek belli olmuyor ama diğer arkadaşların yemeklerini de çekmeye çalıştım. 








Bu, gene aynı mekanda daha önceden yediğim yiyecek. Pek kronolojik sıraya uymadığımın farkındayım ama ne önemi var, önemli olan yemeği göstermek değil mi, bağcıyla filan işimiz yok. İşte 2 gün önce de, arkadaş aynı seti sipariş verdi. Oldukça leziz ve doyurucu.





 Ve bu da son resim: Dün öğlen yediğim, genelde Japonya hayatımın vazgeçilmezi olup hayat kurtaran hazır noodle. İçinde domuz eti, yağı, esansı bulunmayan nadir noodlelardan olduğu için bendeki yeri ayrıdır. O yüzden tadı mükemmel olmasa da, sana puanım dokuz kanka!





Gelecek günlerde eğer paralanabilirsem, (parçalanmak anlamında değil, ciddi ciddi bursumu alabilirsem) burada çok daha iç açıcı manzaralarla karşılaşmanız olası ey sevgili okurlarım. O yüzden dualarınızı, iyi dileklerinizi benden esirgemeyeniz. Türk yemeklerinin de kıymetini iyi biliniz. Hepinize afiyet olsun!







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder