Cuma, Nisan 20, 2012

Sabah Serinliginin Ülkesi: Güney Kore (대한민국) -1

(Önemsiz ama okunası bir not: İşbu yazı, yazımına 15 Nisan Pazar günü başlanıp 20 Nisan Cuma günü bitirilmiş bir yazı olduğundan, yazının içindeki bazı tarih yanlışlarını, anlam kaymalarını, üslup bozuklarını vs. görmezden gelmeniz önemle rica olunur, hatta yalvarılır bile icabında.)




Kısaca
"03.04.2012 Salı 13.50 Tokyo/Narita Seoul/Incheon 16.20
08.04.2012 Pazar 11.10 Seoul/Incheon Tokyo/Narita 13.40"

olarak da özetlenebilecek, kısa ama hoş ve benim için elbette ki oldukça önemli Seul gezimiz ile ilgili yazının ilk ayağına başlamış bulunuyoruz, bütün insanlığa yararlı olmasını dileriz. Öncelikle gördüğünüz gibi sade ve sadece görünürde 6, gerçekte ise 4 gün sürebilmiş bir gezimiz var. Ama gene de Seul'ün en önemli ve görmeyi arzuladığım pek çok yerine gittiğimi ve oldukça da güzel vakit geçirdiğimi söyleyeceğim de korkuyorum, nazarlara filan gelirim maazallah zaten gelmişim geleceğim kadar ya neyse. (Arkadaşım hani kişisel hedelerini yazmayacaktın buraya!?!?!?!?!?) 

Tokyo'dan Seul'e Korean Air ile uçtum ve doğruyu söylemek gerekirse çok da memnun kaldım. Herkese de tavsiye ederim. Tokyo'dan Seul'e uçmak yaklaşık 2 saat alıyor ve bilet fiyatları ise 200-300 dolar civarında. (Gidiş-dönüş) Elbette çeşitli kampanyaları yakalama şansınız var; özellikle çok ballı bir insansanız 100 dolara gile bilet bulabilirsiniz. Tabii burada bendenizden bahsediyorsak, bal, şans, talih vs gibi kelimeleri lügatimizden çıkarmamız daha akıllıca olur.

Türkiye için soruyorsanız da, açıkçası pek bir bilgim yok. Tek bildiğim biletlerin inanılmaz pahalı olduğu. Arada Seul kampanyaları filan görüyorum, umudunuzu kaybetmeyin, herkes bir Yasampinarim değil şunun şurasında. (Şans bakımından elbette.)

Narita Havaalanı'ndaki heyecanlı ve umutlu bekleyişim. (Narita Havaalanı, Tokyo'ya yakın Chiba isimli bir şehirde yer alıyor ve benim bulunduğum yerden Narita'ya ulaşmak 1,5-2 saat alabiliyor.) 9. uçuş benim arkadaşlar. Gördüğünüz gibi aynı sadece 11.40-14.15 arası Seul'e 7 uçuş var! Varın siz anlayın Japonların nasıl da bakkala çakkala gider gibi Seul'e gittiğini.

 Uçakta verilen yemek. Açıkçası ben 2 saatçik bir uçuş için yemek vereceklerini bile düşünmemişken böyle bir menü ile karşılaştığınca çok sevindirik oldum. Ne yazık ki dönüşte verilen yemeklerle büyük bir hüsrana ve mide bulantısına uğradım ama olsun, buna şükür.

 Ve Incheon'a varış. Valla çektiğim resimden bir cacık olmaz ama en azından bir havaalanı olduğu anlaşılıyordur diye umuyorum. Incheon Seul'ün ikinci havaalanı, daha eski olanı ise Gimpo Havaalanı imiş. Lakin tabii Gimpo yetmemiş bir zaman sonra -malum dünya küçüldü, artık millet (parası & şansı & fırsatı olan millet) Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçermişçesine Los Angeleslara, Ho Chi Minhlere, Seullere, Tokyolara filan gidiyor- ve uluslararası uçuşlar yeni yapılan Incheon'dan yapılır olmuş. Tıpkı Tokyo'nun Chibası gibi, Seul'un Incheon'u (İnçon diye okunuyor imiş) da ayrı bir şehir olan Incheon'da yer alıyor ve şehir merkezine gitmek 1,5-2 saat sürebiliyor.  Havaalanından istediğiniz yere gitmek ise hiç zor değil, ben arkadaşımın direktifleri ile havaalanından kalkan otobüslerden birine binerek kolayca yolumu buldum.

Mesele Seul'un ulaşımına gelmişken, bu konuya değinerek devam edelim o halde: Seul'de ulaşım çok RAHAT. Hemen her yere ulaşan harika bir metro sistemleri var elemanların, ne Tokyo'nun kaotik metro-tren karmaşası gibi ne de İstanbul'un var ile yok arası tramvay-metro bilmemnesi gibi. 


 40 farklı hatta sahip Tokyo karmaşası. Bu haritada hatların önemli bir kısmının da haritada gösterilmediğini belirteyim de abarttığım sanılmasın.

 Hatlarına "1-2-3.." gibi kolay isimler koyan, transferlerde müzikli anons yapan, iş giriş ve çıkış saatleri dışında çoğu zaman oturabileceğiniz, sonu görünmeyen kuyrukları olmayan canımın içi Seul metrosu. Bu kadar övgüden sonra bana üç beş won vermelerini bekliyorum, bakalım.
 Hayal olan İstanbul metrosu. Evet, hayal gibi hatta hayalin ta kendisi zira İstanbul'da böyle bir metro yok arkadaşlar. Şu haritada gösterilen hatlardan herhalde üçü ya da dördünü gerçek hayatınızda görebilirsiniz. Ya da benim İstanbul'da bulunmadığım süre zarfında (26 gün) mucizeler meydana gelmiş olabilir. "Gerçekçi ol, imkansızı iste" der bir İstanbul atasözü. (?)

Metro ile bir yerden bir yere gitmek yeterince kolayken, sevgili Seul belediyesi birçok otobüs hattı da koymayı ihmal etmemiş. Ben Seul'de bulunduğum süre zarfında genelde metroyu kullandım, otobüsler metroya göre her zaman daha karışıktır çünkü. Zaten dediğim gibi metro Seul'ün dört bir yanına gidiyor. Biraz metroya alışırsanız ve elinizde de şu yukarıdaki haritadan bulundurursanız; tek başınıza gidemeyeceğiniz yer yok. Zaten anonslar İngilizce de yapılıyor, hat değiştirmeniz gereken yerde anonsa müzik giriyor, istasyonlarda her şey hem İngilizce hem Korece güzel güzel yazılmış, ok işaretleri ile filan gösterilmiş oluyor. Yani Seul'de seyahat etmek ÇOK HOŞ bir aktivite millet! 

Gene de, işlerinizi kolaylaştırması açısından Seul'e gidecek olanlara Hangeul (Kore alfabesi) öğrenmelerini tavsiye ederim, duraklar Latin alfabesi ile de yazılmış olsa da dükkanlarda filan o kadar Latin alfabesi bulamayabilirsiniz.

Gelgelelim, Seul ile ilgili genel izlenimlerime... Öncelikle sevgili okurlarım, özellikle de Kore sevdalısı okurlarım, sizi uyarayım: Rica ediyorum Seul ile ya da Güney Kore ile ilgili BÜYÜK HAYALLERe, YÜKSEK BEKLENTİLERe falan kapılmayın. Hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu uyarıyı yaptıktan sonra Seul'u kötüleyeceğimi düşünenler ise yanılıyorlar; zira ben Seul'u sevdim, beğendim. Fakat öyle filmlerde, dizilerde vs. gördüğünüz gibi cafcaflı, ışıl ışıl bir Seul de beklemeyin. Ya da dört bir taraftan süper yakışıklı, mükemmel giyimli kuşamlı erkekler, bıcır bıcır şirinlik abidesi kızlar çıkmasını falan da beklemeyin. Ben bile o kadar beklentisiz gitmeme rağmen, Seul'ü biraz sönük buldum. Yani gökdelenlerden, ışıl ışıl sokaklardan falan etkilenmek isteyen aradığını Tokyo'da, tarihi dokudan, mis gibi denizden filan etkilenmek isteyen ise aradığını İstanbul'da bulurken, bunları Seul'de pek de bulamazsınız. (Bu yazı hangi ara "karşılaştırmalı Tokyo-İstanbul-Seul yazısı"na döndü; onu da anlayamadım ya neyse artık.) Tokyo ve İstanbul'un yanında sönük kalsa da, bana göre bu iki şehri de yaşam kolaylığı bakımından sollayacak bir şehir olan Seul, griliği sebebiyle Ankara'ya benzetilebilir belki ama Ankara benim dünya üzerindeki -belki de- en sevdiğim şehir olduğundan böyle bir benzetmeyi ben yapmayacağım. 


Türk forumlarında ya da sözlüklerde Kore ile ilgili yazıları okursanız, en çok şikayet edilen şeyin sokaklardaki ağır koku ile Kore yemekleri olduğunu görürsünüz. (Yemek ve koku zaten birbiri ile direkt bağlantılı iki unsur olduğundan, bu iki şikayet gayet de mantıklı.) Genelde bana gelen sorular da zaten yemekler ve sokakların kokup kokmadığı ile ilgiliydi. Açıkçası ben Seul sokaklarında hiçbir kötü koku ile karşılaşmadım. Kokunun daha çok alışkanlık ve biraz da psikoloji ile ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum, zira Tokyo'ya ilk geldiğim günler de bana her şey kokuyormuş gibi geliyordu, oysa şu anda öyle bir durum yok. Ayrıca başkalarından da Tokyo ile ilgili böyle bir duyum almadım. Ama Seul'de hiçbir şey kokuyormuş gibi gelmedi bana. 


Yemek konusunda da aynı şey geçerli aslında, her şey alışmakla ilgili ve biraz da psikolojik. Tabii kişinin kendi damak zevki ve midesinin neleri kaldırabileceği de ayrı bir etken. Açıkçası ben her kültürün mutfağına saygılıyım, değişik tatlara ise -biraz fazla- açık bir tipim. Zaten seyyah olacaksan, farklı tatlar peşinde de koşacaksın (der atalarımız.) Yani yok ahtapot yemem, yok yosun çorbası içmem, yok turşu sevmem, yok tatsız tuzsuz pilav istemem diyorsanız; Kore'de ağzınızın tadının bozulacağının garantisini verebilirim.
Ki bilumum yiyecekleri denemiş ve de sevmiş olan bendenizi bile Kore yemekleri açmadı. Yani koku konusuna katılmasam ve yemek mevzuunu da abarttıklarını düşünsem de; Kore mutfağının Türk damak tadına çok da uygun yemeklerden oluşmadığını kabul etmek gerek. Her öğünde bir kimchi ile pirinç muhabbeti var ki, ikisini de sevmeme rağmen beni bile baydı. Tabii bunda, bulunduğum konum ve şartlar dolayısıyla binbir çeşit yemek tadamamamın da etkisi büyük olabilir. Ama genel olarak yediklerimin içinden en çok "bibimbap" adı verilen, çeşitli sebzelerin pirinç ile karıştırılıp üstüne de yumurta kondurulmasından müteşekkil yiyeceği sevdim sanırım. Bibimbap fotoğrafından bir önceki fotoğrafta ise masaya getirilen çeşitli mezeleri görmek mümkün; evet Kore'de en kıytırık restoranda bile önünüze üç beş çeşit meze, en azından bir kaç çeşit turşu (kimchi) gelir. "Bedava sirke baldan tatlıdır." kafasında bir insan olduğum için, her mekanda ayrı bir mutluluk yaşamadım desem yalan olur.  






Burada kimchi meselesini biraz açmak yerinde olabilir. Muhtemelen şu yazıyı okuyacak olan dostların neredeyse hepsi mesele Kore olunca benden kırk kat daha fazla bilgi sahibidir; ama madem naçizane  bir tanıtım yazısı hazırlayalım dedik, o halde bildiğimiz her şeyi karınca kararınca paylaşacağız. Kimchi, Kore mutfağının vazgeçilmezi olan bir yiyecek, adeta Türk mutfağının ekmeği gibi. Bir çeşit turşu diyebiliriz fakat aklınıza bizim turşular gelmesin. Kimchi, sarımsağı fazlaca olan, genelde de acı bir turşu. Lahana, ıspanak, turp en fazla yenilen çeşitleri benim gördüğüm kadarı ile. Eski bir Kore atasözüne göre -demek istiyorum ama dersem sallamış olacağım- her gün kimchi yersen asla hasta olmaz, hekim yüzü görmezmişsin. Buna yürekten inanan Koreliler de abartısız her öğünde bayıla bayıla kimchi yiyor. Restoranlarda önünüze ilk getirdikleri şey de, haliyle sıcacık tırnak pidesi değil lahana kimchisi oluyor. Kimchiniz bittiğinde, yerine hemen yenisini getiriyorlar. Sık sık da "daha kimchi ister misiniz?" diye soruluyor mekanlarda. Ben Koreli bir ailenin evinde kalma şansına erişebildiğim için ev yapımı kimchi de yedim, sevdim de diyebilirim. Ama özel olarak alır yer miyim, ya da "aahh bir kimchi olsa da yesek!" diye iç geçirir miyim- korkarım hayır. 


Ve nihayet zurnanın zırt dediği yere de geliyoruz, fakat bir sonraki yazıda. Çünkü bu yazının yayınlanma süresi gitgide uzuyor, uzadıkça yazı da uzuyor, yazı uzadıkça okur azalıyor, okur azaldıkça da ben üzülüyorum.


Bir "trailer" da verelim bari:




Seul'de Gezilesi-Görülesi Mekanlardan Bazıları: Gyeongbokgung, National Folk Museum of Korea, Insadong, Myeongdong, Itaewon, Changdeokkung, Bukchon Hanok Village, Yeuido, Gangnam, Hangang, 63 Building. Bunlar benim gittiklerim. Gidemediklerim ise, Namdaemun, Dongdaemun, Seoul Tower, War Memorial of Korea, Teheranno. Bir dahaki sefere artık, inşallah, olursa.




Pazar, Nisan 15, 2012

お知らせ: Yaşampınarım Seul'e gidip geldi!

"Tamam anladık; daha kaç kez bunu tekrar edeceksin!" diyenlere: Ben asıl kendime hatırlatmaya çalışıyorum be dostlar! Evet inanılır gibi değil ama sadece 1 hafta, 7 gün, 173 saat (artık saniyesini, dakikasını da siz hesaplayıverin lütfen) önce Güney Kore topraklarındaydım. Sonra 11.10 uçağına binip saat 13.30 gibi Tokyo'ya dönmüştüm maalesef. Maalesef diyorum çünkü kalbimin bir kısmını da Seul'de bıraktım. Zaten şu sıralar seyyahlık hepten ağır gelir oldu bana; -"He sanki çok geziyorsun, çok bir halta yarıyorsun da konuşuyorsun?!" diyenlere saygım sonsuz elbette, katılıyorum size hatta!- gittiğim her yerde kalbimin bir parçasını da bırakıyorum sanki. Böyle azala azala biteceğiz dostlar, sakin olun.

İşte Seul'den ayrılışıma alıştığım şu zamanlarda, yazmanın da hepten zorlaşmasını anlayışla karşılamanızı rica edeceğim; zira biliyorsunuz ben tayfunlardan kaçıp da duygularına yenilen garip bir kulum. Her neyse, saçma sapan mükemmeliyetçiliğim, çevremdekilerin yüksek beklentileri, en önemlisi de kendi kendime verdiğim sayısız sözler ve yaptığım gerekli gereksiz planların etkisi ile Kore yazısının yalan olmaması için elimden geleni yapıyorum. İlk olarak iki ayrı yazı yazmayı düşündüm: Birisi daha genel, bir gezi rehberi havasında olacak (diyor), ikincisi ise daha kişisel, "ah bilseniz başıma neler neler geldi dostlar!" tadını yakalamayı hedefleyecek.(miş.) Hadi bakalım!

 

Salı, Nisan 10, 2012

ただいまー!Ve ben döndüm Japonya!

Günaydın arkadaşlar. -Sağol!
Nasılsınız?- Sağol!
Siz de sağolun.

Evet ne idüğü belirsiz girişten de anladığınız üzere, sittin gündür -yalan da değil en son şuraya bir şey karalayalı zorlasam 60 gün olacakmış yani- savsakladığım sözde "gezi" bloğuma ne yazacağımı, daha doğrusu ne tür bir giriş yapıp konuyu ne tür bir mevzua bağlayacağımı bilemiyorum. Eyvallah, ben suçluyum da zamanın hiç mi suçu yok? Hangi ara Şubat geldi, ben Malezya ve Singapur'a gittim, sonra Japonya'ya döndüm, 3 gün sonra da Türkiye'ye gittim? Nasıl oldu da Türkiye'de 26 gün kaldıktan sonra Japonya'ya yeniden döndüm de 1 hafta sonra da Güney Kore'ye gittim? Ne zaman Mart da bitti de Nisan geldi? "Ekspres gibi geçiyor güzel günler" dostlar, durduramıyoruz.

Ve böylelikle başarıyla sittin günün özetini de geçmiş olduk, gelsin mi tebrikler bana? Fekat bu özet sizi tatmin etmez, hele beni İMKANSIZ, o halde şöyle anlatayım: Tam da Leyla ile Mecnun dizisindeki Fuzuli misali, Evliya Çelebi de benim rüyama girip: "Sen tasını tarağını topla evine dön, bu bloğu da mümkünse ebediyyen kapalı tut, seyyahlık istidadı yok evladım sende be!" diyerek kulağımı çekecekken, kaderin harika cilveleri ile kendimi yollarda buldum. Toplamda yaklaşık 19168 mil yani 30848 kilometre yol tepmişim! (Elbette ki uçakla. Bisikletle filan sıkar biraz.) Bunların hepsi tek tek anlatılacak elbet diyeceğim ama bu söylediğime ben bile inanmıyorken sizin inanmanızı nasıl bekleyeyim?

Arada biraz da Japonya'dan bahsetmemek olmaz, ne de olsa bu blog Japonya aşkına açılmış bir blog idi zamanında dostlar. 22 Şubat günü gittiğim Türkiye'den 19 Mart tarihinde dönerek Tokyo'ya vardım. Tokyo'da bir gelişme yok, okul yeni başladı. Millet bu ara kafayı sakura denilen kiraz çiçeği ile bozmuş durumda ki; bunda da şaşılacak bir şey yok; zira şunu bilmelisiniz ki Japonlar festivallere, doğasal -doğal demek istemedim-, mevsimsel aktivitelere filan bayılırlar. E n'apsın adamlar, yok ki memleketlerinde bir aksiyon, bir atraksiyon. "E madem dört mevsimimiz var, bunun tadını çıkaralım; hatta gün olur suyunu bile çıkarabiliriz!" diye düşünerekten her mevsim için binbir çeşit aktiviteler içindeler böyle. Henüz hanami yani çiçek seyrine çıkamadığım için, bu ilginç festivalle ilgili de daha fazla laf etmeyeceğim ama Japonya'da bu sıralar durum budur işte arkadaşlar.

Bu arada ben de her mevsimi severim, hele sonbaharı nasıl severim, sonra festivaldir, çiçektir, böcektir onları da severim. Japonya'yı ve Japonları da severim. Yanlış anlaşılma olmasın. (Ya da olsun be, açarız mevzuu bir ara, hatırlatın ama.) 


Araya bir de çerez niyetine Japonca dersi koyup başlığımızı açıklayalım: ただいま(tadaima) sözcüğü aslen "şu anda, işte şimdi, an itibariyle" anlamına gelir. Ayrıca evinize, memleketinize filan döndüğünüzde de kullanırsınız ki; bu da 「ただいま帰りました!」(tadaima kaerimashita) cümlesinin kısacasıdır. Yani "Aha da döndüm!" ya da daha Türkçe bir ifade ile "Ben geldim!" manasında kullanılan bir kelimemizdir tadaima bu bağlamda. Karşılık olarak ise 「おかえり!」(okaeri) kelimesi telaffuz edilir ki; asıl anlamı "dönüş" (o-kibarlık, kutsiyet vs gibi bilumum anlamlara gelen önek; kaeri-dönmek, dönüş) olan bu kelime de "Hoş döndün!" ya da daha Türkçe olarak "Hoşgeldin!" anlamında kullanılır. E artık gide gele, gide gele -boru değil, 3 kez gidip döndüm Japonya'dan- adeta bir vatanım haline getirdiğim Japonya'ya gelirken, ben "Tadaimaaaaa!" demeyeyim de kimler desin? Biri de hayrına "Okaeri!" desin bari.

Bu arada sürekli "siz, dostlar, kardeşler, okurlar, cankuşlar vs." gibi sıfatlarla kendisine hitapta bulunduğum bu bloğun takipçileri eskiden vardıysalar bile bence artık yokturlar, zira "Absürd bir seyyahın trajikomik seyahat anıları" bloğu hakikaten yalan oldu gibi oldu. Ama ümit etmekten vazgeçmeyelim dostlar (bak yine çoğul konuştu!), beklediğimiz gemiler, gelecekler ve de dönecekler. 

Yokohama sahillerinde bekliyorum, her zaman yollarınızı gözlüyorum cankuşlar.